11 Mart 2012 Pazar

Ben sana hayran sen cama tırman


Evet, aslında tam da bu: Sevdim, sevilmedim; seveni senemedim... Hatta canımdan böyle bezdim amaaannn...

Joaquin Phoenix, bir Thomas Vibterberg (ki kendisinin aşırı hayranıyım, öyle de bir şey var) filmi 2003 menşeili It’s All About Love’da oynayıp da benim gözüme âşık tipli adam olarak takıldıktan sonra Two Lovers’ı izlememek olmazdı. (Yani şimdi bu cümleden benim Joaquin’i bu filmle tanıdığım sonucu çıkmasın, hayır, ben onu bu âşık adam hallerine yakıştırmaya bu filmle başladım.) Neyse... Two Lovers (imdb linkini de verelim de teferruat için bknz: http://www.imdb.com/title/tt1103275/.) iki kadın bir adam hikâyesi gibi görünüyor evveliyatında. Zaten ismi bile bunu çağrıştırıyor, sanki iki kişi bir kişiye âşık gibi. İşin rengi o değil; şu durumda başarısız bir film adıyla karşı karşıya olduğumuzu belirteyim. (Aslında bu da çok güzel bir konu, başarısız film isimleri... )

Leonard (J Phoenix) depresif bir ruh haliyle filmi açtığı andan itibaren, farklı bir şekilde sempati duymaya başladığım bir karakter oldu. Dolayısıyla onu üzecek herhangi bir gelişmeyi / değişmeyi baştan bir reddediş haliyle koyuldum filmi izlemeye. Filmin iki ailesi (Leonard ve Sandra hanım kızımızın ailesi) belli ki bu iki genci baş göz etmeye meyilliler... Ancak ortada da bir terslik var o da Leonard’ın komşu kızı Michelle (Gwyneth Paltrow, nam-ı diğer soğuk nevale, buz kraliçe, donuk bakış, itici gülümseyiş... biri beni durdursun :p )

Yazının bundan sonrası ciddi devam edecektir

Bir filmin insanı yakalayış sebepleri çok çeşitli olabilir. Ama kanımca en güçlü sebep, filmin izleyicisiyle bir şekilde kurduğu bağdır. O bağ da genellikle birikimlerimizin filmi anlamlandırma sürecimizle eşzamanlı gitmesidir. Filmler hatıralarımıza ne kadar dokunursa o kadar derinden bir bağ yaratır kendileriyle bizim aramızda. Aslında illaki yaşamış olmak gerekmez birebir aynı durumu / olayı. Ancak empati kurabilmek veya tanık olunan her türlü hayat anına tekabül eden ayrıntılara filmlerde rastlamak insanı derinden etkiler, hatta yüreğini sızlatır.
Birini sevebilme ile sizi seven birini sizi sevdiği için sevebilme hali çoğu zaman birbirine karışır. İnsan o kadar bencil bir yaratık ki sadece sevildiği için bile yanında tutabilir seveni. Bir de sevdiğine (ya da sevdiğini sandığına) hastalıklı bir şekilde bağlı kalma durumu vardır ki o beterlerin de beteridir. İnsanın kendine güveni gittikçe tabana doğru inişe geçer, insan kendini güçsüz ve savunmaya muhtaç hisseder. Gittikçe uzaklaşan sevgili sanki sizi kendine mıknatıs gibi çeker ve onun bu çekiminden kurtulamazsınız. Belki de kurtulmak dahi istemezsiniz. İşte bu iki halin dışavurumu Leonard ve Michelle. Leonard, zaten arızalı bir geçmişten yeni paçayı sıyırabilmeye başlamışken belki ona iyi gelebilecek (bakın yine benciliyetle karışık bir ruh hali) Sandra’yı kendinden öteye iteklerken, âşık olmaması gereken bir adamla halihazırda bir ilişki yaşayan patetik halleri belki biraz kendisine benzeyen Michelle’e abayı yakıyor. Aslında bu tam aşk mı bilemiyorum çünkü o aşkın filizlenme hali veya gelişimi inandırıcı gelmedi bana. Gerçi Leonard’ın hazırbulunmuşluk hali de olabilir bu aşkın ortaya çıkmasında. Biri Leonard’a doğru giderken diğeri Leonard’da giden ve de götüren iki kadın... Çekici olan sanırım insanın kendi kendine işkence etmeyi sevme haliyle eşdeğer olmasından Michelle. Tabiî ruh hali olarak daha kırılgan ve ilgiyle muhtaç olması ve Leonard’ı tam da bu noktada iyileştirmesi (ona bakacak kollayacak diye kendini unutuyor Leonard ve birden sorumluluk onu büyütüyor gibi) Michelle’i bir adım öne taşıyor. Aslında bu filmde Leonard’ın  da Michelle’in  de ruh halleri hiçbirimize yabancı değil. İster onayalım ister yadsıyalım onlar çok tanıdık “insan”lar. Filmin başarısı da bu belki. O insanları iyi yakalamak ve anlatmak.

Filmde yüreği burkan bir ayrıntı var ki onu anmadan geçemeyeceğim.

Leonard her şeyi yoluna koyduğunu düşünürken ve biz seyirci olarak aslında hiçbir şeyin yolunda olmadığının farkındayken Leonard’ın yüzündeki sevinç / endişe karışık hali yakalamak, o hiç istemediği seçeneğin aslında başından beri varolduğunu anlamasına ramak kala içindeki dindiremediği heyecan / üzüntüyü kavrayabilmek... İşte bunu yansıtabilmek izleyiciye... Filmin en sevdiğim yönü bu oldu.

Bir de şunu söylemek istiyorum, yeter ama artık ya. Kaçsınlar ve birlikte mutlu olsunlar istiyorum âşıklar. Mesela The Graduate’in sonunda Ben ve Elaine’in yüzündeki endişeyi görmek istemiyorum. Engele takılmasınlar istiyorum. “Ne yapacağız şimdi? Peki şimdi ne olacak?” diye düşünmesinler istiyorum. Zaten biz çok düşünüyoruz bunları ve yerimizden kıpırdamıyoruz, bari filmlerde özgür kılın bizi. Bak sinirlendim simdi!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder