12 Aralık 2011 Pazartesi

“Emek”ime Saygı


SİNEMA bir sanat mıdır, sinema kendinden önceki sanat dallarının üzerine kendini yaslamış da onlardan beslenerek adeta kendini mi yaratmıştır zaman içinde? Ne olursa olsun, onu “yedinci sanat” ifadesiyle hem ötekileştirerek hem de ona ayrı bir mevki vererek belki de bir yüceltmeyle baksak da sinemaya ondan vazgeçemeyeceğimiz de bir gerçek.
Gören gözler, duyan kulaklar, en önemlisi de düşünebilen beyinler biliyor belki de sinemanın kendini ispatından bu yana süregelen yozlaştırma eylemlerini. Bu eylemlerin en sinsi olanı da insanlara empoze edilen tek tip olmayı hedefleyenler. Kafka (Steven Soderbergh, 1991) filminde şöyle der ünlü Kale’nin acımasız sahiplenicilerinden biri: “Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır. Bir topluluğun ortak bir amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için şaibelidir.” Bu yüzden bireyin düşünmesi, hareket olanakları kısıtlanmıştır; her dilediğini yapamaz, her şeyi ifade edemez. Zaten ifade edeceği pek bir şey de kalmamıştır elinde, beyninde. Sadece işe gider, sisteme hizmet eder, çarkın bir parçasıdır. Modern Zamanlar’ın ünlü çarkının... İşte, bu repliği bile duyduğumuzda belki filmi durdurup biraz düşünmek ihtiyacı hissediyoruz, kahramanla (Tabii buradaki kahraman genel geçer yargılarla süslenmiş tipik Hollywood kahramanı değildir) özdeşlik kurup onun yaşadığı sıkışmışlık hissini dağıtabilmek için kıpırdanmaya bile başlıyoruz. Enikonu rahatsız ediyor bizi film... Peki biz böyle filmlerin kaç tanesini artık sinemalarda izleyebiliyoruz?
Sinemanın o görkemli yapımlarının yanında daha minimal, daha sıradan insan öyküleri anlatan, küçük bütçeli filmleri bizlerle tanıştıran adeta “Böyle filmler de var” diyen festivallerin yanında minör dağıtımcıların da kendilerini sinema sektöründe hissettirmeleriyle küçük bütçeli filmler de vizyonda buluşmaya başlamıştı izleyicisiyle. Sadece festivalle sınırlı kalmamalıydı çünkü bu filmlerin de yolculuğu. Tabii bu filmlerin vizyon yüzü görmeleri gerçek bir sinemasever için yerleri hiçbir zaman doldurulamayacak artık “mütevazı” sayılan sinemalarla mümkün oluyordu. Ancak yavaş yavaş bunun da önü kesildi. Tüm yaşamı içine sığdırdığını zanneden (Çünkü insan yaşamı ye, iç, giy üçgeninde gidip geliyor ya) büyük alışveriş merkezlerinin kültür açığını kapatan sinema salonları insanlarımıza geniş koltuklar, büyüyen mısır boyutları ve kolalarıyla refah bir seyirlik ortamı yarattıkça “mütevazı” sinemaların artık “para” etmediği “gerçeği(!)” ile karşı karşıya kaldık. Böylece birer birer kapanmaya başladı yılların sinemaları.

SİNEMA SALONU SADECE MEKAN DEĞİLDİR
Sinemaya sadece salon olarak bakan bir izleyici belki rahatsız olmayabilir gidişattan. Ancak sinema sadece bir filmin gösterildiği salon değildir. Aynı zamanda bir yaşanmışlığın, ortak anıların da buluştuğu mekanlardır. Geçtiğimiz senelerde İstanbul Film Festivali dolayısıyla Claudia Cardinale geçti mesela Emek Sineması’ndan. François Ozon daha geçen yıl ordaydı. Atlas Sineması’nın duvarlarına yansıyan Türk sinemasının unutulmaz yüzleri ve imzaları, oralardan geçen sanatçıların ayak izleri... Bir sinema izleyicisi ve festival takipçisi olarak Tarık Akan’ı Atlas Sineması’nın önünde sıra beklerken görmek, Zeki Demirkubuz’u filmini anlatırken dinlemek az bir şey midir? Tüm bunlar sinemaseverler için bir sinema salonunu sadece bir mekan olmaktan çıkaran şeylerdir. Sinemaya hayat veren, adeta onun izleyiciyle nefes almasını sağlayan detaylardır. Bir alışveriş merkezine gidip de yemek yiyip, alışveriş yaptıktan sonra “Hadi bir de sinemaya gidelim” anlayışından çok daha farklı şeylerdir. Tabii tüm bunlar bir sinemaseverin kalbinden geçen duyuşlar, paylaşmak istediği özel duygular belki. Tüm bu yok edişlerin ardında yatan ve toplumumuzu esas ilgilendiren mesele daha ideolojik.
Yukarıda minör dağıtımcılar sayesinde sinema izleyicisiyle buluşan küçük bütçeli filmlerden bahsettim. Bu filmler en azından vizyon filmlerine alternatif olma yönleriyle de üzerinde durulması gereken filmler aslında. Değişik bir yüz görmek, değişik bir ses duymak, bir duyguya, fikre ortak olmak isteyen sinemasever için bulunmaz nimetler bu alternatif filmler. Özellikle festivallerde takip edip “Keşke vizyon yüzü görebilse” dediğimiz türden filmleri dağıtabilecek kuruluşlar çıktıkça seviniyorduk tabii. Hasbelkader bile olsa biraz daha fazla izleyicinin bazı filmleri görebilme olasılığının çoğalması yüzümüzü güldürüyordu. Bu filmler de daha çok Alkazar, Beyoğlu, Emek gibi sinemalarda vizyon yüzü görüyordu. Bu sinemaların kapanması demek, sadece birkaç eski sinemanın perde indirmesi demek değil; izleyici olarak alternatif örnekleri büyük perdede görme hakkımızın elimizden alınması da demek. Ve bu sadece birkaç sinemaseverin büyük perde sevdası değil, izleyiciyi giderek daha da tek tipleştiren bir sistemin dışavurumu. Düşünme, kıpırdama, okuma, izleme diyen bir sistem. Düşüneceksen de bunu düşün, okuyacaksan bunu oku, izleyeceksen de bunu izle diyen bir sistem. Önünüze sürülen fikirlere dikkat edin, okumanız için reklamı yapılanlara, izlemeniz için vizyona giren filmlere!
“Büyük uyku”dan uyanmamız için sinemalarımıza ihtiyacımız var bizim. “Emek”imize ihtiyacımız var. “Emek”ime dokunma demeliyiz bu yüzden.

Not:  18/06/2010 tarihli Evrensel Gazetesi'nde yayımlanmış yazımdır.

11 Aralık 2011 Pazar

Sessiz Sinema Şaheserleri 1

Sunrise: A Song of Two Humans (1927)

 

F.W.Murnau'nun 1927 tarihli güzel filmi Sunrise'ı Midlake'in Acts of Man şarkısının klibinde görünce şaşırdım açıkçası, bilmiyordum tabiî ondan ileri geliyor bu şaşkınlık hâli. Film uzun zamandır elimde olmasına rağmen henüz tarafımdan izlendi, yani dün gecenin bir vakti. Sessiz sinema dönemine her daim saygım sonsuz olmuştur. Hatta asıl sinemanın o dönemde yapıldığını düşünmüşümdür. Düşünsenize, elinizde ses yok. Bu, filmde kullanacağınız diyaloglara veya müziğe sırtınızı dayayamazsınız demek. Tabiî ki bu da istediğiniz herhangi bir duygu yoğunluğunu müzikle yakalayamayacaksınız demek. Elinizde sadece kurgu var ki kurgu, sinemayı sanat dahilerin sinema adına buldukları ilk müthiş gelişme. Seçilen planlar çok fazla hareket ettirelemeseler de kameranın işlevi daha sinemanın ilk yıllarında yönetmenlerin yegâne malzemeleri... 1896'dan 1927'ye elbette müthiş bir gelişme gösteriyor sinema, Sunrise da bunun bir kanıtı. Bu filmlerde belki de hikâyeden önce, yaratılan mizansenlerin ışık gölge oyunuyla kurdukları işbirliği ve sahnelerin birbiri ardına eklemlenmesindeki beceri geliyor. Bize de primitif sinemanın nasıl da saf bir sanat olduğunun farkına varmak ve ondan müthiş bir zevk almanın keyfi kalıyor :)
Şarkı:

Midlake - Acts of Man


16 Ekim 2011 Pazar

Geceleri Bir Başka Olur(muş) Paris

Woody Allen'la barıştım, bir süredir ona dargındım tavşan dağ misali; ama inatla da izledim her yapımını. Barcelona Barcelona ile kıpırdadım biraz yerimden ama hep eski Allen'ımı istedim vee işte bu: Midnight in Paris, buldum onu.

Biraz iddialı olur tabii 70-80'lerdeki Alen'ı yakaladığımı söylemek ama onun deli gibi konuşan ve konuştuklarının ardında dev gibi bir referanslar zinciri taşıyan entelektüel metinlerini özlemiştim. Hem de içinde bol bol ironi sosu bulunduran cinsinden olanları.
Midnight in Paris, 2010'dan 1920'ye ışınlanan yazar Gil ile birlikte bize hem sanat çevresinin o adlarını ezbere bildiğimiz ve şiirlerini, filmlerini, romanlarını, resimlerini delicesine sevdiğimiz insanları karşımıza çıkarıyor. Biz de Gil gibi şaşırmış gözlerle bakıyoruz onlara. Bu yönüyle çok eğlenceli bir film var karşımızda. Ama film sadece bu değil. İnsanın hep olduğu yerden başka bir yere gitme isteğini, hep başka zamanlarda olma hayalini perçinliyor. Baş kahraman Gil, romanına seçtiği isimden başlayarak, 2010'un değil 1920'lerin insanı olduğunu, hep kaçmak isteğiyle dolu olduğunu hissettiriyor bize. Aslında onun kaçmak istediği yıllar değil, o bir türlü aynı dilden konuşamadığı nişanlısı ve ailesi. Ne olmak, nerede olmak istediğine karar verme aşamasında üzerine yüklenen sorumluluklar, hatta ayan beyan horlanma halini yaşaması bizi ona yaklaştıran sebeplerden birkaçı. Konuşma tarzından jest ve mimiklerine kadar bir Allen alter egosu olan Gil, geceyarısı keşfettiği ve yolculuğa çıktığı Paris'in eski sokaklarında ve nostaljik seyahatlerinde hayatı hakkında, ne yapmak istediği hakkında nihai kararlarını verirken Allen da bize yarattığı o nefis atmosferle büyük bir haz yaşatıyor.
Belki bu film eski Allen filmlerinin ince metin detaylarını içermiyor, daha kalın çiziyor yüklendiği meselelerin altını ama eskisi gibi bunu Allenvari bir yetkinlikle yapıyor ve bize bir Woody Allen filmi izlediğimizi hissettiriyor. Müzikleri, atmosferi, yarattığı tiplemeler ve her şeyiyle...

24 Eylül 2011 Cumartesi

Üçüncü sezonu bekliyoruz



Sanırım tanıtımında dönen "Don't let the name fool you" ifadesini aratmayacak bir sonla bitti ikinci sezon The Good Wife'ta. Yavaş yavaş gözünü hırs bürüyen ve karanlık tarafa doğru yol alan bir Alicia çıktı karşımıza bu sezon. O, artık sadece çocukları için yaşam mücadelesi veren bir kadın değil, kadınlığının farkına varan ve bunu kullanmaktan da çekinmeyecek bir hale geliyor yavaş yavaş. Bu hırsı Diane fark etti ya vay haline diyorum.

Bir türlü sevemedim ben Alicia'yı, artık sevebileceğimi de hiç sanmıyorum. Alicia'dan daha uzak, daha soğuk bir karakter olan Kalinda, fazlasıyla antipatik Eli Gold bile benim için daha sevimli karakterler. Archie Panjabi ve Alan Cummings ayrı ayrı tebriği hak ettiler bu sezon. 
2. sezonda en sevdiğim karakter Eli... Evet, o sarkastik gülüşlü, gözünü budaktan sakınmayan, kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen, süper antipatik Eli. Müthiş bir Alan Cummings kompozisyonu.
Var mıydı Kalinda'yı böyle ağlarken görmek?
 Zaten sırf bu ağlama sahnesi yüzünden bile gıcığım Alicia'ya... 

Sezon boyu Cary'ye gıcık oluyordum ama gıcıklığım Alicia'ya doğru kaydıkça Cary yine parladı gözümde, hatta Kalinda için yaptıklarından sonra... 3. sezon Peter & Cary olacak sanırım. Peter'ın son hamlesi de iyiydi doğrusu, hiç aklıma gelmemişti o zarfın ondan geldiği. (spoilerler gırla gidiyor ama bağışlayın artık Sırıtmak )

Neyse, sezon sonuna doğru gözünü iyice hırs bürüyen ve karanlık tarafa geçtiğini iyice hissettiren bir Alicia var karşımızda. 3. sezon tanıtım posteri yanlış söylemiyor sanırım (bknz ikinci foto) 


Yarın başlıyor üçüncü sezon. Ben geriden takip ettiğimden benim için uzun sürei bir ayrılık olmadı üçüncü sezon bekleyişi. Bakalım karanlık bir Alicia neler yapacak? Zayıf yönleri iyice belirginleşen Kalinda durumu nasıl toparlayacak? Peter & Cary işbirliğinden neler doğacak? Alicia'ya devamlı belirli bir mesafeden bakan ve onun hırsını belki de ilk keşfeden kişi olan Diane, Alicia & Will karşısında nasıl bir tavır takınacak? Bekliyoruz efenim...

2 Nisan 2011 Cumartesi

İstanbul Film Festivali: Sayılarla 30 Yıl - filmlerim.com

İstanbul Film Festivali: Sayılarla 30 Yıl - filmlerim.com

ve festival başlasın





Geldi yine yılın en güzel zamanı; nisan ayı festival ayı...

Dün akşam yapılan kısa, güzel, aklı başında, kaliteli bir açılış töreniyle hepimizin beklediği İstanbul Fİlm Festivali 30. yaşını kutlayacağı günlere başladı. Bu arada bu açılış töreninden umarım feyz alanlar olur da bir daha 4. Yeşilçam ödül töreni gibi rezil ötesi organizasyonlar yaşanmaz. Verilen ödülleri geçtim, sunuşlar ve katılanların hali açısından izlemenin eziyet olduğu bir törendi resmen Yeşilçam ödülleri.

Akşamki tören birçok açıdan insanı duygulanımlara sürükleyen bir seyirlikti. Özellikle Emek sineması ve onun festivaldeki yeri ve önemini bilen kitle için Emeksiz bir festivali düşündükçe bile üzülen bünyelerimize Emek'in Emekçisi Hikmet Dikmen'in geceye katılması ve yaptığı konuşma ekran başında ağlamama neden oldu. Biraz da bencilce bir tavırla belki, iyi ki dedim iyi ki Emek'te film izlemişim, festival tadını Emek'te tatmışım. Kim bilir belki bundan sonra Emek hiç böyle bir festivale ev sahipliği yapamayacak. Bunu düşünmek istemiyorum ama belki de...
Bunun dışında geceye sunum yapmak için çıkan sanatçılar ve festival yöneticileri yaptıkları konuşmalarla sadece göze seslenmenin yeterli olmayacağını dimağlara da hitap etmek gerektiğini çok iyi bildiklerini gösterdiler bir kez daha. Bilinçli ve tutarlı davranışlarıyla gecenin sorunsuz akışına yardım ettiler. Ve pek tabii ki hazırlanan görüntüler... 30 yılı gözlerimizin önüne seren, yer yer ağlatan, yer yer güldüren ve her an duygulandıran görüntüler, röportajlar... Her şey çok çok iyiydi. Gönül Lütfi Kırdar'da olmayı dilerdi ama kalbimiz ordaydı tabii.
Bu yıl festival kitapçığından seçemedim maalesef filmlerimi, İKSV'nin adresinden seçmek zorunda kaldım. Bazı filmlerin biletleri daha çıktığı saatlerde tükendiği için yaya kaldım ama görmek istediğim filmlerin çoğuna bilet buldum. Bu açıdan da heyecanla bekliyorum filmleri. Tabii boş kalan saatlerde belki de hiç aklımda olmayan filmlere gitme heyecanı hissedeceğim yine. Düşünsenize siz dışarıda caddede yürürken içeride filmler oynayacak. Bunu bilmek bile kendinizi salona atmak için yeterli bir sebep.
Ve işte gitmeyi planladığım filmlerim:

Mefisto

Angelika'nın Tuhaf Vak'ası

İçimdeki Yangın

Bir Kadın Meselesi

Özgürlük Yolu

Mamma Gogo

Kadın İsterse

72. Koğuş

Boktan Bir Yıl

İmkansızın Şarkısı

Keyif Evi

Yaşamın Ritmi

Canım Komşularım

Yaşasın Aşk

Hizmetçi

Düzelti

İstanbul'da Aşk

19 Mart 2011 Cumartesi

Jane'le Baş Başa

Jane Austen Book Club sevdiğim filmlerden biridir. Hani fazla iddiası olmayan, sinema tarihinde illaki kendine has bir yer barındırmayan ancak defalarca izleseniz de sizi sıkmayacak filmler vardır ya, işte onlardan biridir benim için bu film. Kendi hayatlarında düzeltmek istedikleri veya farkında bile olmadıkları sorunlarıyla uğraşırken birdenbire bir kitap kulübü fikriyle bir araya gelen birbiriyle tanış (hatta akraba) beş kadın ile onların arasına süpriz denebilecek bir şekilde katılan bir erkek... Bu altı kişi ayda bir toplanmak suretiyle altı Jane Austen kitabını okuyup birlikte tartışacaklar ve biz de onları izlerken hem hayatlarına dair gelişmeleri takip edeceğiz hem de Austen'le daha haşır neşir olacağız. Evet, film kısaca haliyle bu.
 Filmi izlemek büyük keyifti benim için ancak ikinci izleyişimde kendi kendime bir görev vermemi de sağlaması açısından bir çıkış kaynağı oldu bana. Evet, Jane Austen romanlarının en azından uyarlamalarını izlemek ve onun dünyasıyla yeniden bir araya gelmek.
Malumunuz, Jane Austen defalarca sinemaya veya televizyona uyarlanan eserleriyle çok popüler bir kadın yazar. Adını en fazla duyduğumuz uyarlama da Aşk ve Gurur (Pride and Prejudice) Ancak bu güzel romanın yanı sıra Emma, Sense and Sensibility, Mansfield Park, Northanger Abbey, Persuasion da birkaç kez uyarlanan eserler olarak Jane Austen'ın uyarlama konusunda ne kadar çok tercih edilen isim olduğunu kanıtlıyor bize. Tabii birebir uyarlamaların dışında bu eserleri veya Austen'ın hayatını (veya hayatından bir kesiti) kendine esin kaynağı yapan filmler de mevcut. Onları da izlediğimi belirtip esas konumuz olan uyarlamalara döneyim hemen.





Austen'la tanışmam çoğumuzun olduğu gibi Aşk ve Gurur'la oldu tabii. 2005 yılında Keira Knightley'nin Elizabeth, Matthew Macfadyen'in de Mr. Darcy olarak karşımıza çıktığı bu film kitabı okuyanlar için ufak hayal kırıklıkları yaşatsa da 19. yy İngilteresinin muhteşem manzaraları gözümüzü boyamaya yetti. Benim için orta karar bir filmdi bu kitabı okumamıştım henüz. Geçtiğimiz sene bir boşluktan yararlanıp kitabı okuduğumda yer yer sıkılsam da Austen'ın ince mizahıyla kitabı bitirmem zor olmadı üstelik roman filmde izlediğim Elizabeth'in tam olarak romandaki Elizabeth'i anlatmadığının farkına varmamı sağladı. Bu önemli bir nokta çünkü baş kahraman olan Elizabeth üzerinden evlilik kurumu, kadın-erkek ilişkileri, aile vs üzerine yapılan tespitler Keira Knightley'nin vucüdunda can bbbulan Elizabeth'le uyum sağlamamıştı. Sanırım çok da zayıf olan Keira, Elizabeth'i taşıyamadı. İsabetli bir tercihle geçtiğimiz ay Aşk ve Gurur'un 1995, BBC yapımı altı bölümlük dizisini izledim de gerçek Aşk ve Gurur'u buldum karşımda.
Diziyi izlemeye başlamadan önce okuduğum birçok yazı Colin Firth'un Mr Darcy olmak için biçilmiş kaftan olduğu, onu izleyenin başka bir Darcy kabul etmeyeceği yönünde birleşiyordu. Kesinlikle hemfikir olduğumu berlitmek gerek. Adamın zaten genel görünümünde asılı duran "soğuk bir uzaklık" onun Darcy kompozisyonuyla birleşince ortaya muhteşem bir kahraman çıkmış. Ama bir dakika, aslında bizim konumuz daha çok Austen kadınlarıydı değil mi ve pek tabii ki buradaki Elizabeth. Ama romanı okuyanlar da bilir kaçımız Elizabeth'i merak ediyoruz ki? Orda çekim mekanizması olarak duran kişi mutlaka ki Mr. Darcy ve ona soğuk nevale sıfatı veren hali, tavrı. Neyse, diyeceğim o ki Elizabeth rolündeki Jennifer Ehle, aslında kitapta da yansıtıldığı gibi güzelliğiyle değil daha çok sivri zekası ve buna uygun dili ile sevimliliği en belirgin sıfatları olan Elizabeth'i çok iyi canlandırmış. Ne eksik ne fazla diyebileceğimiz bir kompozisyon olmuş ikisinin de uyumu.

1995 yılının bu dizi uyarlaması film uyarlamalarına göre daha fazla avantaja sahip, bir kere karşımızdaki bir dizi. Filmin kısıtlı süresi onun için bir handikap değil. Romandaki ayrıntılara dikkat edebilecek bir yapıya ve keyfiyete baştan sahip ve İngiliz. Bir İngiliz'i herhalde en iyi yine İngiliz anlar düsturundan yola çıkarak BBC Austen uyarlamalarına fazlasıyla değer vermiş zaten. Diğer Austen uyarlamalarının çoğunda BBC imzası var.
Ne diyorduk? Ha evet, zamanı kullanabilme keyfi Aşk ve Gurur'un dizi versiyonunu bir adım öne çıkarıyor. Aslında bu ikinci adım da denilebilir çünkü ilk adımı zaten oyuncu seçimlerindeki isabetle çoktan atmıştı. Romanın her ayrıntısını ekranda görmek tabii ki bir uyarlamayı iyi yapmaz. Ancak Austen'ın o kadar çok görsele dökülebilecek bir anlatımı ve birbirini koza gibi ören ayrıntıları var ki romanın her ayrıntısını bile karşımızda görmek ister hale geliyoruz mutlaka. Üstelik filmde romantize edilen birkaç noktaya dizide rastlamamak diziyi daha inandırıcı hale getiriyor. (Örneğin o ünlü yağmur sahnesi...)

Velhasıl ilk yazı Aşk ve Gurur'a ayrılmış olsun, diğerleri de sonra gelir.

20 Şubat 2011 Pazar

“Dövüşçü”: Varoşlardan Bir Yükselme Öyküsü | gencsinema.com - Sinema, Sinemalar, Filmler ve Beyazperde'ye Dair Her Şey

“Dövüşçü”: Varoşlardan Bir Yükselme Öyküsü | gencsinema.com - Sinema, Sinemalar, Filmler ve Beyazperde'ye Dair Her Şey

Atları da Vururlar

2008 yılında kaybettiğimiz politik gerilimin usta ismi Sydney Pollack'ın yönettiği 1969 yılından gelen bir roman uyarlaması Atları da Vururlar (They Shoot Horses Don't They)




Acımasız bir dünyayı anlatır Horace McCoy aynı adlı romanında. İş yapmayanlara, para kazandırmayacaklara yer yoktur bu acımasız dünya içinde ve insanlar kıyasıya bir mücadele içindedir. Kendileri isteyerek katılırlar belki bu düzene ancak istedikleri zaman çıkamazlar. Üstlendikleri görevi yerine getirmek, malzemesi oldukları kurumlara para kazandırmak zorundadırlar. Atları da Vururlar, metaforik bir isim. Hani ayağı kırılan atı vururlar, içi acısa da insanın bu kuraldır; o zaten ölecektir ve artık acı çekmesine gerek yoktur hükmünü veren insan tarafından bir kurşunla hayatına son verilir. Çünkü artık o işe yaramazdır. Çok manidar bir isim aslında Atları da Vururlar. Çünkü seçilen dünya şov dünyasıdır ve orada da iş yapamayacak olana yer yoktur. Hatta insanlar sırf reyting uğruna kılıktan kılığa sokulur. Birkaç kuruş için, bir öğün yemek için katıldıkları dans yarışmasında başlarına gelecek her şeye katlanmak zorundadırlar, çünkü şov bunu gerektirir. Seyirciler neyi görmek isterse o kılığa gireceklerdir.


Gloria (Jane Fonda) ve Robert (Michael Sarrazin) de bu şova katılanlardan yarışmacılardandır. İki saatlik film süresi boyunca tükenen, sersefil olan, acımasızca tüm kurallara uyan ve sonunda isyan bayrağını çekip kendince bir hayata karşı duruş sergileyen iki muzdarip vücut. Robert bir anlık görebileceği gök yüzü umuduyla katlanırken geçen saatlere, Gloria gittikçe daha da içinden çıkılmaz hale gelen umutsuzluğuyla, içinden çıkamadıkları bu anlamsız dünyaya bir an daha katlanamayacak hale gelir. Filmin sonunda onu bekleyen tek gerçeklik ölüm olacaktır. Kendi seçtiği bir ölüm.

 Atları da Vururlar, 1969 yılında çekilmiş olmasına rağmen hiçbir şeyin değişmediğini hâlâ yüzümüze çarpan harika bir film. Değişmeyi bırakın her şeyin daha da kötüleştiğini de gösteriyor. Televizyonlarda şikayet ettiğimiz ama dayatılır gibi hâlâ devam eden insan kıyımına, umut tacirciliğine bir ağıt niteliğinde. Sisteme vurulan bir şamar gibi... Böyle filmleri izledikçe sinemaya olan saygısı bir kez daha artıyor insanın. Daha doğrusu bir kaygısı olan, onu dillendiren her sanat dalına duyulabilecek türden bir saygı bu. 

29 Ocak 2011 Cumartesi

Ve sıra geldi Oscarlara...

25 Ocak, Salı günü Akademi adaylarını açıkladı. Beklenen adaylıklar geldi tabii, bunda bir şüphe yok. Zaten Oscar ödüllerine gelene kadar verilen diğer ödüller bu adaylıkların da habercisiydi. Kesin olan dallar yanında hani belki süpriz yapabilir denebilecek adaylıklar her zaman vardır. Şimdi listeye bakarak gideyim de kaçırdığım bir nokta olmasın.

En İyi Film
127 Hours

Black Swan*
Inception
The Fighter
The Kids Are All Right

The King’s Speech*
The Social Network*
Toy Story 3
True Grit
Winter's Bone

Yıldız koyduklarım tehlikeli filmler. Yani ödülü kapabilecek olanlar. Gerçi Black Swan (Siyah Kuğu) pek fazla iddialı değil en iyi film olma yolunda ancak şaşırtır mı dersiniz? Burada beni en fazla şaşırtacak adat The Fighter (Dövüşçü) filmi. Nedeni aslında açık. Akademi herkesin de dilinde olduğu gibi boksa dayalı filmleri sever. Boks varoşların da sporu olduğundan oradan çıkan büyüme ve yükselme hikâyeleri her daim ödüllerin ilgi odağında olmuştur ve izleyicilerin de beğenisini kazanmıştır. Listede The Social Network (Sosyal Ağ) olmasa hani diyeceğim The Fighter bu listeden sıyrılır ve süpriz yapar ama The Fighter’ın alacağı ödüller oyuncularla sınırlı olacaktır süprizlere açık bir gece bizi beklemiyorsa. Gönül hangisini ister sorusuna yanıtım hepsine aynı uzaklık veya yakınlıktayım’dır. Ancak akıl,The Social Network diyor.

Yönetmen

Darren Aronofsky (Black Swan
)
David Fincher (The Social Network)
David O. Russell (The Fighter)
Joel & Ethan Coen (True Grit)
Tom Hooper (The King’s Speech
)

Ben burada Christopher Nolan’ı da görmek isterdim ancak o The Inception’la (Başlangıç) başka ödüller toplayacak (senaryo ödülünü pekala alacaktır) Süprizolmazsa diyeceğim yine David Fincher’dır. Zaten öncesindeki ödülleri de topladı ama en iyi film The King’s Speech’e (Zoraki Kral) giderse –ki bu da ihtimal dahilinde- belki Tom Hooper kotaya girer. Bir diğer mantıkla ödüller bölüştürülürse yine Hooper kotadadır ancak Fincher’ın önünü keseceğini zannetmiyorum.

Erkek Oyuncu
Colin Firth (The King’s Speech
)
James Franco (127 Hours)
Javier Bardem (Biutiful)
Jeff Bridges (True Grit)
Jesse Eisenberg (The Social Network)

Burası belli, Colin Firth. Çok memnun kalacağım sonuçtan onu da belirteyim. Diğer adaylara lafım yok, ama Firth hak ediyor. Bridges’in ödülü var, Franco, Eisenberg daha genç. Buraya Ryan Gosling de yakışırdı (Blue Valentine’daki o güzel, abartısız rolüyle) ancak adaylıkla yakışırdı tabii, yoksa ödül Firth’ün, o kadar!

Kadın Oyuncu
Annette Bening (The Kids Are All Right
)
Jennifer Lawrence (Winter’s Bone
)
Michelle Williams (Blue Valentine)
Natalie Portman (Black Swan)
Nicole Kidman (Rabbit Hole
)

Canımı sıkacak tek şey burada Natalie Portman’ın Annette Bening’in önünü kesebilecek olması. Bana göre eşit seviyede geldiler buraya kadar, takip edebildiğim ölçüde söylüyorum tabii bunu. Ancak Black Swan’ın –teknik özelliklerini bilemem, kurgu vs benim meselem değil- en büyük kozu şu anda Portman’ın oyunculuğu ve bunu da kaçırmak istemeyecektir. Altın Küre’de farklı dallarda yarıştıkları için her iki oyuncu da ödülle evine dönebildi ama burada ne olur bilemeyeceğim. Gönül Bening’i ister onu bilirim sadece.

Yardımcı Erkek Oyuncu
Christian Bale (The Fighter
)
Geoffrey Rush (The King’s Speech)
Jeremy Renner (The Town
)
John Hawkes (Winter's Bone)
Mark Ruffalo (The Kids Are All Right
)

Tartışmasız Christian Bale. Artık ödül almazsa çok ayıp olura kadar getirebilirim sözü. Hem hak ediyor, hem artık bir Oscar almalı hem de canlandırdığı karakter Oscar için biçilmiş kaftan. Gerçek bir kimlik canlandırdığı ve de inişli çıkışlı bir hayat öyküsü var ortada. Üstelik geçirdiği fiziksel değişimler de cabası Bale’in. Jeremy Runner niye orda anlamış değilim, oyuncu sıkıntısı mı vardı acaba? Onun yerine pekala Andrew Garfield (The Social Network) gelebilirdi ve gelmeliydi de.

Yardımcı Kadın Oyuncu
Amy Adams (The Fighter)

Hailee Steinfeld (True Grit)
Helena Bonham Carter (The King’s Speech
)
Jacki Weaver (Animal Kingdom)
Melissa Leo (The Fighter)


Burada akıl Melissa Leo diyor ve haklı çıkıyor kanımca. The Fighter’ın kaldıracağı ödüller zaten bu oyuncular sayesinde olacak.

Uyarlama Senaryo
127 Hours
The Social Network
Toy Story 3

True Grit
Winter’s Bone

Tartışmasız The Social Network!!!


Orijinal Senaryo
Another Year
Inception
The Fighter

The Kids Are All Right

The King’s Speech

Inception alır diyeceğim, Nolan’ı bu kadar saf dışı bırakamazlar.

Bundan sonrasını liste halinde vermekle yetineceğim çünkü içlerinde izlemediğim ve izlemeyeceğim (Harry Potter gibi) filmler var, teknik konularda da malumatfuruşluk yapamam. Yalnız Yabancı Dildeki filmler arasında Bal’ı görmeyi çok isterdim ki şansı da vardı. Yunanistan’ın adayı Dogtooth’u listede görmek hoş, onu da belirteyim. Aştı kendini Akademi.


Sanat Yönetmenliği
Alice in Wonderland
Harry Potter and the Deathle Hallows: Part 1
Inception

The King’s Speech

True Grit

Görüntü Yönetmenliği

Black Swan
Inception

The King’s Speech
The Social Network
True Grit

Kostüm
Alice in Wonderland
I am Love
The King’s Speech

The Tempest
True Grit

Kurgu
Black Swan
The Fighter

The King’s Speech
127 Hours

The Social Network

Makyaj
Barney's Version
The Way Back

The Wolfman

Orijinal Müzik

How to Train Your Dragon
Inception
The King’s Speech
127 Hours
The Social Network

Orijinal Şarkı
Coming Home (Country Strong)
If I Rise (127 Hours)
I See the Light (Tangled)
We Belong Together (Toy Story 3)

Ses Kurgusu
Inception
Toy Story 3
TRON Legacy
True Grit
Unstoppable

Ses Miksajı

Inception
The King's Speech
Salt
The Social Network

True Grit

Görsel Efekt
Alice in Wonderland

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I
Hereafter
Inception
Iron Man 2


Animasyon (Uzun Metraj)
How to Train Your Dragon

The Illusionist
Toy Story 3

Yabancı Dilde En İyi Film
Cezayir - Outside the Law
Danimarka – In a Better World
Kanada – Incendies

Meksika – Biutiful

Yunanistan – Dogtooth


Belgesel (Uzun Metraj)

Exit Through the Gift Shop
Gasland

Inside Job
Restrepo
Waste Land

Belgesel (Kısa Metraj)
Killing in the Name
Poster Girl
Strangers No More

Sun Come Up
The Warriors of Qiugang

Kısa Film (Animasyon)

Day & Night
The Gruffalo
Let’s Pollute
The Lost Thing
Madagascar, a Journey Diary


Kısa Film (Live Action)
The Confession
The Crush
God of Love
Na Wewe
Wish 143

17 Ocak 2011 Pazartesi

Altın Küre 68 yaşında (Sinema)

Oscar ödülleri dağıtılana kadar Oscar'ın habercisi olan ödüller de bir bir sahiplerini buluyor. Starların gövde gösterisi yapabileceği törenlerden biri de Altın Küreler pek tabii. Bu yıl fazla süpriz yapmadan, daha önce verilen ödüllerin devamı niteliğinde bir tören yaşattılar bize. Memnun değil miyiz peki? Kazananları görünce memnun olmamak elde değil. Ancak Altın Küre'nin aday listeleri açıklandığında hafif yollu şoklar yaşamadım değil. Örneğin The Kids Are All Right'ın komedi-müzikal alanında aday gösterilmesi... Bu, Anette Bening'e zaten hak ettiği ödülü verebilmenin bir yolu gibi de görüldü çoğu yerde. Öyle veya böyle Bening'İn ödül almasına çok sevindim, hatta Oscar'ı da alsın istiyorum. Daha önce de hak ettiği ama alamadığı şu heykelciğe kavuşsun artık istiyorum, tabii Natalie Portman önünü kesmezse. Sonuçta o da Altın Küre'yi aldı ve Oscarlarda ikisi de aynı kategoride yarışacak (tabii aday olurlarsa ama adaylıkları kesin artık)
Beni en fazla sevindiren Colin Firth ve Christian Bale. Her ikisi de daha önce ödül almayı hak edecek performanslarla çıktılar önümüze hele ki Bale. Ancak bu sene her şey onlardan yana görünüyor, karşılarında onları alaşağı edecek rakipler var belki ama ödül biraz da sırası gelme işi ve her ikisinin de sırası fazlasıyla geldi. Özellikle Firth'ün Oscar gecesi sevineceği kesin.
Beni bir başka sevindiren isim de Paul Giamatti. Barney's Version filmini henüz izlemedim ama Giamatti'nin geçmişi de pek çok parlak performansla dolu, bu filmde de ışıldadığından eminim. Tabii Altın Kürelerde dramlarla komedi-müzikaller ayrı dallar olarak düşünüldüğü için ödüllendirilen isimler de daha fazla oluyor haliyle.

Oyunculuklarıyla öne çıkan The Fighter, Bale ödül kazandırdığı gibi Melissa Leo'ya da ödül getirdi. Aynı filmden Amy Adams'ı geçen Leo ödülü kucakladı. Adams da alsa üzülmezdim doğrusu, neticede The Fighter oyuncu kadrosu olarak çok iyi bir film.

Senaryo konusunda söylenecek hiçbir söz yok, aday olduğu her ödülü alan The Social Network'un muhteşem senaryosunu kaleme alan Sorkin bu konuda rakipsiz.

Kazananların listesi:

En İyi Erkek Oyuncu (Drama):
Colin Firth (The King’s Speech)


En İyi Kadın Oyuncu (Drama):
Natalie Portman (Black Swan)


En İyi Kadın Oyuncu (Komedi-Müzikal):
Annette Bening (The Kids Are All Right)


En İyi Erkek oyuncu (KOMEDİ-MÜZİKAL):
Paul Giamatti (Barney’s Version)


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Christian Bale (The Fighter)


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Melissa Leo (The Fighter)


En İyi Yönetmen:
David Fincher (The Social Network)


En İyi Senaryo:
Aaron Sorkin (The Social Network)


En İyi Yabancı film:
In A Better World (Denmark)


En İyi Animasyon:
Toy Story 3

Altın Küre 68 yaşında (TV)

Altın Küre (Golden Globe) Ödülleri 68. kez dağıtıldı dün gece. Sonuçlarda fazla şaşılacak bir şey yok, zaten adaylıklar belli olduğu anda kazanacak olanlar da hemen hemen belli gibiydi en azından sinema alanında. Benim TV alanında fazla malumatım yok, birkaç dizi izliyorum o kadar. Adaylardan da drama alanında sadece Mad Men'in takipçisiyim o kadar; o da ödül alamadı son birkaç senenin tersine. Oysa aday olduğu "En iyi drama dizisi" alanını hep silip süpürürdü ya bu senenin afilli işlerinden Broadwalk Empire'a kaptırdı tahtını. Dolayısıyla Steve Buscemi de baştacı edildi tabii "En iyi erkek başrol oyuncusu" dalında, tabii dramalarda. Komedi belki biraz daha fazla takip ettiğim bir tarz oldu bunca sene dizi alanında, ne de olsa Friends'ten gelen bir bağımlılık vardı bünyemde komediye karşı ama How I Met Your Mother'dan vazgeçip Bing Bang Theory'ye tutunamayınca, Glee'ye hiç şans tanımadım bünyemde. Ama The Office'in yeri başka; Steve Carell'in de tabii. Yine ödül vermediler biricik Michaelıma (Steve Carell) dolayısıyla Jim Parsons'a gıcıklığım bir kademe daha atladı.

Evet sevmiyorum bu adamı ya!!!

Neyse gelelim şimdi TV kategorisinde kazananların listesine:

En İyi Dizi (DRAMA):
Boardwalk Empire

En İyi Erkek Oyuncu - Dizi (DRAMA):
Steve Buscemi (Boardwalk Empire)

En İyi Kadın Oyuncu - Dizi (DRAMA):
Katey Sagal (Sons Of Anarchy)

En İyi Dizi (KOMEDİ-MÜZİKAL):
Glee

En İyi Erkek Oyuncu (KOMEDİ-MÜZİKAL):
Jim Parsons (The Big Bang Theory)

En İyi Kadın Oyuncu (KOMEDİ-MÜZİKAL):
Laura Linney (The Big C)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Dizi:
Chris Colfer (Glee)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Dizi:
Jane Lynch (Glee)

En İyi Mini Dizi:
Carlos

En İyi Erkek Oyuncu (MİNİ DİZİ):
Al Pacino (You Don’T Know Jack)

En İyi Kadın Oyuncu (MİNİ DİZİ):
Claire Danes (Temple Grandin)

16 Ocak 2011 Pazar

Beş buçuk gün



İnsan çoğu zaman yaşadığının bile farkında olmadan geçiriyor saatleri, günleri. Her gün işe git, eve gel, yemekti içmekti derken vs vs vs ile geçiyor ömür. Arada sırada durup bir düşünüyor ne yapıyorum, nereye gidiyorum diye. Geçenlerde Interstate 60 diye bir film izliyordum orda güzel bir ifade vardı buna dair. İnsan varacağı menzile doğru giderken aradaki yolları hiç düşünmeden katediyor'a benzer bir cümle kullanıyordu filmin kahramanlarından biri. Doğru, bir gün bekliyoruz belki ya da bir yere gitmek, bir terfi almak vs. Onu beklerken geçen sürenin farkında omuyoruz. O anları değerlendirmiyoruz belki de. İşte tüm bu duyguları hatırlatan küçük anlar bir daha fark etmemizi sağlıyor aslında geçiridğimiz zamanı. Bazen bir kitap sayfası, bazen bir resim ya da bir film... İşte 127 Saat (127 Hours) her şeyin kıymetini bir daha düşünmemizi sağlayan filmlerden biri.

Yönetmen Danny Boyle'un yeni bir filmi gösterime giriyor ya da Boyle film çekiyor cinsinden haberler o filmi beklememe yeten sebeplerdendir. Mezarını Derin Kaz (Shallow Grave) filminden beridir boş bir işine rastlamadım ben Boyle'un. Kimileri eski kuvvetini bulmasa da filmlerinde, ben hep sevmişimdir bundan sonra da böyle devam edeceği kesin, hele 127 Saat'ten sonra.


127 Saat, eksenine Aron Ralston'un otobiyografik bir kitap olan Between a Rock and a Hard Place'ini alıyor ve genç dağcının (Aron) 2003 yılında, 28 yaşında iken başına gelenleri anlatıyor. Burada söylemeye gerek yok zaten konu hatta filmin bütün detayları (hikâye açısından) herkesin malumu. Sonuçta yaşanan bir şeyi anlatmayı seçiyorsanız hatta anlattıklarınız daha önce kitaplaştırılmışsa bundan kaçmak olanaksız. Çünkü kurgudan öte bir şey bu, yaşanmışlık var ortada. İşte böyle kısıtlı bir özgürlük alanında başarıyla cirit atıyor Boyle, ve bir buçuk saatlik film boyunca tempoyu asla düşürmeden, yer yer gülümseterek bile bizi Aron'ın yaşamından o çok zor geçen beş buçuk güne dahil ediyor. Tabii bunu James Franco'nun vücudunda hayat bulan bir canlandırmayla yapıyor. Franco sayesinde Aron'ın gün be gün yaşadıklarına, hissettiklerine tanık oluyoruz; hatta orada olmadığımıza ve ona yardım edemediğimize yanıyoruz. Her an biri gelecekmiş gibi (gelmeyeceğini bile bile) onunla birlikte umut ediyoruz.


127 Saat, Boyle'un hızlı kamera hareketleri, çılgın müzikleri ile de desteklenen bir film. Hatta bu yüzden filme video klip estetiğine sahip deyip burun kıvıranlar var. Ancak filmi izlediğinizde bu öykünün çok daha fazla insana ulaşabilmesini bu unsurların da sağladığının farkına varıyorsunuz. Bu zor bir hikâye, en azından filmleştirilmesi fazlasıyla handikap taşıyor. Çoğu anı Boyle teknikleriyle zenginleştirilmese izleyicilerin dikkatini çekememe potansiyeline sahip. İşte böyle bir durumda becerikli bir yönetmen ancak bu handikaplardan kurtulabilir. Her potansiyel hikâye filmde iyi durmaz. Bu hikâye gerçek olsa da olmasa da. Tabii ki gerçek olması insanın tüylerini daha fazla diken diken ediyor. Ancak film kriterleri açısından da bakıldığında 127 Saat'e sadece "ne hikâye ama" diye bakmıyorsunuz, ayrıca "ne film ama" diyebiliyorsunuz. Geçenlerde izlediğim Conviction'ın tam tersine. Orada da "ne hikâye ama" dedirten bir gerçek hikâye vardı ama "ne film ama" yoktu.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Geç kalan bir değerlendirme...



Evet, 2010 yılını geride bıraktık. Aralık ayının takvimde sırası geldiğinde başlar en iyiler vs listeleri. Ödül sezonunun da birkaç ay öncesinden başlamasıyla adeta coşar listeler. Gerçi ülkemiz için durum biraz karışık... Gösterime giren filmlerle yetinmek zorunda kalıyoruz listeleri oluştururken, oysaki ödüllere adını yazdıracak onca 2010 filmi bizim için ancak 2011 listelerinde görülecek. Sıcağı sıcağına öyle veya böyle izlediğimiz filmleri yazmaya çalışıyoruz ama çoğunluğu ilgilendiren filmler gösterime girenlerle sınırlı. Ve işte o sınırlı 2010 listem:


Sosyal Ağ (The Social Network)
Başlangıç (Inception)
Parlak Yıldız (Bright Star)
Ciddi Bir Adam (A Serious Man)
Annemi Öldürdüm (J’ai Tué Ma Mère)
Gir Kanıma (Låt Den Rätte Komma In)
Aslı Gibidir (Copie Conforme)
Ay (Moon)
Gözlerindeki Sır (El Secreto de Sus Ojos)
Aklı Havada (Up In The Air)



Yılın başarısı benim için Sosyal Ağ (The Social Network)... Bir filmde senaryo ve oyunculuğa çok dikkat ediyorsam Sosyal Ağ listenin vazgeçilmezi olacaktı zaten. Başlangıç (Inception) Sosyal Ağ'ı izlemeden önce ilk sıradaydı ama Fincher, Nolan'ı solladı. Aslında Fincher değil Aaron Sorkin...Müthiş bir senaryoyla çıktı karşımıza Social Network ve müthiş bir oyuncu yönetimiyle. O yüzden Fincher'ın da hakkını yememek gerek. Oyuncu yönetimi deyince Başlangıç da sarsılmaz bir güven veriyor insana. Ancak yine de benim için yılın en güzel işi Bright Star... Peki niye birinci sırada değil o zaman?! Çünkü Parlak Yıldız çok kişisel bir tercih, listeye elbet girecekti ancak görülen köy kılavuz istemez misali önündeki iki filmi geçerek değil. Parlak Yıldız'la ilgili geniş yorumum gelecek.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Herhangi bir yerde

Bahsimiz Somewhere...

Coppola kızı Sofia'nın yönettiği Somewhere heyecanla karışık bir beklentiyle izlemeye başladığım bir film(di). Hem Stephen Dorff'un varlığı (kendisi oyuncu olarak çok bir şey ifade etmese de bana, görüntü olarak perdeyi süslemesini özlemiştim) hem de Sofia Coppola'nın Lost In Translation(vari) havası filmi beklememdeki önemli etkenler. Birinci etken fazlasıyla ciddiyetsiz olsa da ikinci etken fazlasıyla ciddiydi benim için. Kadın yönetmenlerin işlerini takip etmek belki bir hemcins olarak sinemasal bir görev :)

Filmi izlemeye başladığımda müthiş bir kısır döngü havası sardı bedenimi. Hem de ilk andan itibaren. Hadi belki filmin amacı budur dedim, belki de çok başarılı olması bundan belli falan gibi zırvalarla kendimi avutmaya çalıştım ama filmin nispeten kısa süresi bile (97 dk) bu eziyeti azaltmadı. Bir filmi izlerken geçen gerçek süre yanında bir de hissedilen süreyi kabul edersek bu film çifte eziyet çektirdi bana.

Konu basit, şöhret bir baba ve on bir yaşındaki kızı... Şöhret baba aslında bir hiç'tir (kendi deyimi bu) ve varoluşuna bir mana yüklemeye çalışmaktadır. Bunu film boyunca hissediyoruz ama kendi de filmin finaline doğru (final derken bir bağlayış vs'den bahsetmiyorum, sadece filmin sonuna doğru) "ben bir hiç'im" ifadesini kullanarak anlamamışız gibi tekrarlıyor.

Benim bir filmin yavaş akmasıyla, sıradan bir şeyler anlatmasıyla, daha önce anlatılmış şeyleri tekrar etmesiyle (eğer kendisi bir bakış açısı veya yorum getiriyorsa) hiçbir problemim olmamıştır, bundan sonra da olmaz. Ama bu film hiçbir şey anlatmıyor; anlattığını sanıyorsa da ortada bir şey yok. Film hiç akmıyor diyemem çünkü bir arpa boyu bile yürümüyor. Bana kalan belki bir noktadan sonra Dorff'u izlemek ama o da bayıyor.
Filmdeki tek ironik nokta belki Dorff'un sinema personasını (öyle bir şeyi varsa) tersten kullanması. Belki şöyle demeliyim: Aslında hiç olmamış bir şeyi ona Somewhere'da yaşatması. (Müthiş bir ün ve kariyer gibi) Filmin tek becerisi bu herhalde ama o da bir izleyici olarak beni hiç ilgilendirmiyor.

Bilirsiniz, kendi bir mana ifade etmese de eğlenceli seyirlikler vardır. İlla bir şey söylemesi gerekmez, sadece eğlence görevini yerine getirir. Kendini ciddiye almayan filmlerdir bunlar. Ancak hem kendini ağırdan satan, ciddiye alan hem de böyle bir "hiç" ortaya koyan filmler hiç çekilmez. Somewhere da benim için böyle bir film.