24 Mayıs 2012 Perşembe

The Little Book of Calm, hatırladıkça gülüyorum lan

Black Books (2000–2004) hakkındaki yazımdır, buyrun


Kadro:
Dylan Moran ... Bernard / Bill Bailey ... Manny / Tamsin Greig ... Fran





Evet, Zaytung sayesinde haberdar oldum ben bu diziden. Şaka gibi!!! 7’den 70’e Her Yaştan Kadınla İletişim Kurmanızı Sağlayacak 10 Dizi’den biriydi Black Books ve ben diğer dokuz diziyi bilirken bunu bilmiyordum. Aman Allahım bu olamazdı, bu dizi neydi, nasıldı, neredeydi, kiminleydi; dur ya o öyle değildi. Neyse... Zaten son zamanlarda bir dizi furyasıdır gidiyor bende, halbuki dizi izlemezliğimle övünürdüm ben.
- Seçil, şu diziyi biliyor musun?
- Ne, hangi dizi? Hıh, dizi izlemem ki ben!
Yıkıldı tüm karizma, şimdi nerde dizi orda ben. Ama bir saniye ya, kaliteli dizileri izliyorum ki ben, hıh!!



Neyse efendim bu Black Books denen facia (iyi manada, biliyorum kullanılmaz ama es geçin) Nasıl komik bir dizi anlatamam. Gülme efektli dizilerde gram gülmeyen ben’i (ki şu an yine ego bin beş yüz) bile güldürdü. Ama öyle ya, Friends’ten bu yana gülme efektli dizilerden zerre hazzetmiyorum. Hatta şu Gülse Birsel dizileri var ya onları bile izlemedim. Adlarını biliyorum tabiî, e popüler kültüre aşina olmayan nesle tabî değiliz.
Şimdi bu Black Books adını başroldeki Bernard’ın kitapçı dükkanından alıyor. Bildiğiniz sahaf tipli bir dükkan. Birinci bölümden itibaren fenomen olacağı belli üç tip: Bernard, Manny ve Fran. Allahım nasıl bir arıza bu insanlar. Bernard’ın yaşam mottosu: I like it like that! Hiçbir değişikliğe razı olmayan, kitapçının içinde yaşayan bir kaçık. O kaçığa eşdeğer derecede kaçıklıklarıyla pabuç bırakmayan Manny. Ve pek tabiî kadın kaçık boşluğunu dolduracak bir tipleme: Fran. Fran biraz geriden gelse de dakika çalma konusunda, göründüğü sahneler eşsiz.
Bu tarz komedilerin olmazsa olmazı: zamanlama. Dizinin zamanlama konusunda eşsiz bir başarısı var. Her şeyi bilseniz bile o bildiklerinizi nasıl dillendirecekler, gösterecekler onu bile bekletiyorlar insana.




Üç sezonluk bir dizi Black Books ve her sezon 6 bölüm. E, karşınızdaki bir İngiliz dizisi, bu kadarcık bölümler adamların alamet-i farikası ne de olsa. Community’de dizi krizine giren Abed’e bağlanacağı yeni bir dizi bulan Britta’nın nasıl azarlandığını hatırlayın. (Bu sayede çok sevdiğim şahane dizi Community’yi de anmış olayım. Yeni sezon sözünü de bilgisayar ekranını öperek kutladım) Ha nerde kalmıştık? Evet, Britta’yı Abed’e İngiliz dizisi önerdiği için azarlamışlardı, orda da tescillenmişti İngilizlerin kısa dizi severliği.



Her bölümü ayrı bir güzellikte, enfeslikte olan Black Books nasıl bu kadar bilinmiyor şaştım kaldım aslında. Yoksa biliniyor da ben mi cahilim bu konuda, bak bilemedim şimdi. Bulun bir yerlerden izleyin derim, günde bir bölüm ki hemen bitmesin. Zaten bazı sahneleri sardırıp tekrar tekrar izleyin. Tabiî bilgisayar ekranında bu imleci sürüklemekle hallediliyor; gözünü sevdiğiminin teknolojisi işte.



18 Mayıs 2012 Cuma

haftalık rapor 2




Birkaç gündür hatta haftayı geçti, film izlemiyordum. Yeni bir vizyon yazısı için geçenlerde tekrar izlediğim You Will Meet A Tall Dark Stranger dışında hâlâ izlemişliğim de yok, devam ediyor yani izlememe hali. Zaten You Will... de gösterime girmedi. Nasıl bir ismi var filmin yahu, değil mi? Direkt fal cümlesi, hani üç vakte kadar der gibi :) Gelelim son zamanların raporuna:

40 If Only (2004)
50 Adam (2009)
50 The Crush (2010)
60 Going the Distance (2010)
5 When in Rome (2010)
75 Conversations with Other Women (2005)
40 A Good Year (2006)


Durum bu, pek iç açıcı değil görüldüğü üzere. Bakalım bir, ne kadarını hatırlayacağım da yazacağım.

If Only (2004): Bu bir televizyon filmi herhalde, bu duruşu ve kaliteyi ancak bu açıklayabilir. Senaryo falan değil yani, ekran tercihi, renkler, geçişler... 40 çok bile puan açısından da işte birkaç anın hatrına mıdır nedir. Filmi geçelim de şu Jennifer Love Hewitthakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Hayır anlamıyorum kim, nasıl cesaretlendiriyor bu ve bunun gibileri? (bizde de bir Beren Saat var mesela) Kim diyor bunlara "sen bu işi kıvırabiliyorsun anacım" diye? Biri diyorsa çıksın kendini ifşa etsin çünkü zannımca bu hanım kızların pek suçu yok, onları bu işi yapabildiklerine inandıranlarda bütün suç. Değilse de o ne özgüven o kardeşim? İnsanda biraz ar, edep olur yahu? Bu iş size mi kaldı. Aman elimde kalacak bunlar bir gün valla.

Adam (2009) : Pek naif bir film Adam. Kötü değil ama kotarılamamış. Fazla yavaş ve akmayan, gitmeyen uzunca bir süreden sonra birden getirilen son. Üstelik sona hazırlık aşamaları pek bir acemice. Otizm odaklı bir film, baş kahramanı açısından. Ancak filmin klasik bir romantik komediden farkı yok. Olmaz mı böyle bir film? Pekâlâ da olur ancak klişenin dibine vurmaya gerek yok değil mi? Fazla ucuz numaralara başvurmaya da gerek yok. Yarattığı karakter o kadar altı çizilecek, geri planı doldurulabilecekken git tüm klişeleri yükle karaktere ve filme. Olmadı tabiî.

Going the Distance (2010)
: Pek eğlendim bu filmi izlerken. Kendim de aynı durumdan muzdaripken nasıl bağlantı kuramam böyle bir filmle değil mi? Çok güldüğüm yerler oldu da o erkek oyuncu hiç olmadı ya. Bu Justin Long'u Kızlar Ne Söyler Erkekler Ne Anlar ya da tam tersi filminden hatırlıyorum. Çok dikkat çeken bir oyuncu değil, gerçekte de Drew Barrymore'laymış bir süre. Sana sorarım Drew, ne buldun bu Justin'de? Neyse, dediğim gibi film eğlenceli, biraz uzun, sonuna o kadar kasmasalarmış iyiymiş ama yine de eğlenceli.

When in Rome (2010)
: Kesin ifade: Uzak durun. Korkunç bu şey, bakın film diyemiyorum. Bu filmse diğerleri ney?? Bu Kristen Bell denen kadından gram hazzetmiyorum zaten Josh Duhamel için izledimdi, ama o da feciydi. Süzme salak bir film

Conversations with Other Women (2005)
: İşte bu benim için çoğüzel bir süpriz oldu. İzlemem fazlasıyla tesadüfî. Aaron Eckhart kişisinden pek hoşlaşmam, Helena Bonham Carter'ı da yıllarca düşünsem böyle bir filmde oynatmam ama gel gör ki film oyunculardan öte. Zerre ilgilendirmedi beni oynayan şahsiyetler. Filmin sahneleme tercihi belki uzunca bir süre için sıkıcı olabilecekken bir müddet sonra göz aşinalığına bile dönüştü. Seviyorum ben böyle filmleri ya :) Devamlı konuşulan, irdeleyen vs. Uzun yıllar sonunda bir araya gelen ve bir süre sonra eski karı koca olduğunu anladığımız bir kadın ve bir erkek. Tüm yaşanmışlıklar, sevinmişlikler, üzülmüşlükler... İnsanın içini burkan detaylar. Sevdim işte.

A Good Year (2006) : Zerrece inandırıcı bulmadığım ama o nefis Fransa görüntülerine ve o eve hayranlık duyduğum film. Allah aşkına Russell Crowe hiç olmuş mu böyle bir filme gitmiş mi yani? Bu Ridley Scott'un Crowe'la nasıl bir anlaşması var arkadaş? Niye her filminde bu adam var? Ajan ister bu, gladyatör ister bu (hadi o filme gitmişti valla cüsse olarak), âşık ister bu; bu da bu, bu, bu.
Kusura bakma ama Russell abim, öyle şehirli ayaklarına yatıp da aman geçmişi unutmaya çalışmak vs. duygusuz broker halleri falan. ıhh, hiç olmamış.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Şaşırdık mı?

Eleştirinin adabını geçtim artık ya şuna ne demelki?

Geçen eylül uzun bir zaman üzerinde çalıştığım kitabım yayınlandı. Kitap akademik bir çalışma, yaptığım tezin rötuşlu hali yani. Bir ara kitap hakkında yazılmış bir eleştiriye rastladım, ne güzel değil mi? Bence çok güzel, okunmuş, eleştirilmiş diye düşündüm. Yazıda şöyle bir yorum var:

“Selim İleri’nin Hikâyelerinde Sinemaya Bakışı” deyip hikâyelerdeki kahramanların diyaloglarını aktarmak, Selim İleri’nin sinemaya bakışını göstermiyor ne yazık ki. Bunlar sadece “o karakterlerin dilinden sinema”dır. Öyle olsa -kitapta verilen örnekten hareketle- İleri’nin, sinema hakkında “gavur icadı” diye düşündüğüne inanmamız icap eder. Üstelik işin tuhafı, yazar da aynen bunu söylüyor; bu ifadelerin İleri’ye değil karakterlere ait olduğunu. O halde bölümün adı neden “Selim İleri’nin Hikâyelerinde Sinemaya Bakışı”?

İşin komiği ne biliyor musunuz? Kitapta öyle bir bölüm YOK :)


1 Mayıs 2012 Salı

Birkaç günün raporu




Son birkaç gündür diziydi, filmdi vs derken birkaç etkileyici yapım izlemişim unutmadan, atlamadan değinmek isterim doğrusu. İlk önce bir dönem raporuna bakalım, işler kesat gibi:

78 Weekend (2011)
80 Rosetta (1999)
40 Anonymous (2011)
75 Young Adult (2011)
45 Life as We Know It (2010)
10 Lie with Me (2005)
10 One for the Money (2012)
70 The Deep Blue Sea (2011)
75 If A Tree Falls: A Story of the E.L.F. (2011)
55 House of Pleasures (2011)


Notlar criticker'da verdiğim puanlamayı gösteriyor. Görüldüğü gibi yarı yarıya çöple tamamlamışım son haftayı. Aslında böyle haftalık raporlar tutabilirim, bak şimdi aklıma geldi ve icat bulmuş kadar heyecanlandım. Ne kadar tutarım sözümü bilemiyorum çünkü ben her gün spora yeniden başlayacağım sözüyle uyuyan ve sabah kalktığında bir gün öncesini silen bir insan oldum. Spor günlerimin geride kalışını filmlerle kutluyorum :) Neyse mevzubahis bu değil şimdi, geçelim bir kalemde filmleri karalamaya ya da filmler hakkında karalamaya.
Çöp: Lie with Me, saçmasapan ergenlik tripleri ve sorunlu olmayı iki dudak hareketinde sanan bir gencecik, güzelcik kızcağızın gündüz düşleri niteliğinde ilerleyemeyen bir film. Facia oyunculuklar, ahkam kesen bir yönetmen, zırva senaryo; izlemeyin ve de izletmeyin beddua alırsınız benden söylemesi.
Çöp: One for The Money, ya tamam ben romantik komedileri fazla sevmiyorum ama valla da billa da izliyorum; hatta bazılarında azami zevk aldığım bile söylenebilir. Diyenlerin yalancısıyım. Ama bu film var ya olmasın ya, valla olmasın böyle bir film. Katherine Heigl beğendiğim bir oyuncu değil tamam ama bazı filmleri izlenebilirlik seviyesine ulaşabiliyor da, ama bu filmcik ne? Unutun, silin hafızadan, böyle bir film yoksa yazmama da gerek yok değil mi?
Vasat gibi ama değil gibi de: Anonymous, Life as We Know It (bak bu da Katherine Heigl'lı bir film ama çok kötülemiyorum, dalyan yürekli Josh Duhamel, ne bencil bir insanım, göz zevki işte) ve House of Pleasures ya da House of Tolerance olarak da geçiyor. Bu ilginç olabilecek bir film aslında. Tek mekan fahişelik tarihi. Fransız yapınca böyle oluyor işte, başkasının elinde nasıl olurdu bilmiyorum bu "how to being a hooker" konulu film, neyse fazla da beğenmedim bunu belirteyim.

Şimdi gelelim iyi işlere:

The Deep Blue Sea: Yazının fotosunu bu filmden aldım. O kadar güzel bir atmosfer kuruyor ki film diyalogları geçin sadece sahneleri izlemekle bile yetinebilirsiniz. Atmosfer konusunda In The Mood For Love'ı hatırlattı bana. Aslında bu film bu yılki İstanbul Fİlm Festivali'nin açılış filmiydi. Onur ödülü alan yönetmeni Terence Davies de küçük bir konuşma yapmıştı filmden evvel ve ben festival başlarken bu filmle ilgili bir yazı yazacağımı söylemiştim ama bakınız spora başlama örneği. Neyse... Gün bugündür diyelim. Rachel Weisz'ın çok iyi bir performans sergilediği izleyenlerin ortak kabulü olsa gerek. Aslında değişik bir şey söylemeyen bu film, insana bir geçmiş zamanlar güzellemesi yaşatıyor. Eski melodramların tadını yakalıyor ve zaten 50'li yılları anlatıyor. Film içinde geriye dönüşler ve zaman atlamalarıyla biraz zaman algısında oynasa da bir müddet sonra tüm algınızı film yeniden şekillendiriyor ve filmin içinde buluyorsunuz kendinizi. Benim için filmin en büyük başarısı bu. Konusu bu vakitten sonra önemli değil, önemli olan insana yaşattığı o haz duygusu. Müthiş bir güvenin yerle yeksan olmasını izlerken "aşk" denen duygunun insanı nasıl yıktığına şahitlik ediyorsunuz ve müthiş bir haklılık payı çıkarıyorsunuz kadın adına filmden. Dediğim gibi bunun en büyük müsebbibi atmosfer.

If A Tree False:
Bu filmin adını çeşitli adaylıklar aldığında duymuştum ve rastlayınca izleyivereyim dedim. İyi etmişim de izlemişim dediğim belgesellerden oldu. Zaten bünye olarak belgeselden azami etkilenen biriyim. Gerçeklik her ne kadar minimal bir kurmacanın içinde de olsa gerçek işte. Odağına aldığı kişi Daniel McGowen olsa da aslında 11 Eylül sonrası terörizm kavramına bakış açısını sorgulaması açısından çok etkileci geldi film bana. Ekolojik terör bir terör çeşidi midir ve bu insanlar terörist midir? Hassas bir zamana denk gelmese mesela Daniel o cezayı alır mıydı? Bu açılardan baktığımızda sadece ekoloji olmaktan çıkıyor dertler. Bu açıdan bakılmasa bile çevre hassasiyeti konusunda da epey kafa yordurucu bir film If A Tree Falls.

Young Adult: 37 yaşına gelmiş, geçmişi arayan, şimdiden aradığını bulamayan ama hep "gözde" olduğunu varsaydırmaya çalışan bir kadın: Mavis Gary (Charlize Theron). Şimdi bu kadın modelini Theron canlandırınca fazla inandırıcı gelmiyor insana. Ancak Theron'un da Chazlize olduğunu unutuyorsunuz filmi izlerken, yani bu oyuncunun bir başarısı ve bence geçtiğimiz yılın gözde performanslarından biri -her ne kadar göz ardı edilse de- Yönetmen de böyle insanlık hikâyelerinden güzel anlar çıkaran, yakalayan bir kişi: Jason Reitman. Yer yer acınası ve patetik bir kimliğe dönüşen Mavis karakteri aslında çok uzağında durmadığımız biri. Her daim olmasa da bazen -mış gibi yapan, olduğu değil düşündüğü gibi olmaya çalışan (göstermeye çalışan) ve böyle düşünüp yaptıkça da içinden çıkılmazlığa doğru tam yol ileri giden halleri yaşıyoruz, görüyoruz. Fİlm bu açıdan inandırıcılığı fazlasıyla yakalıyor. Ancak Theron'un saçmasapan beslenme halleriyle o kadar güzel görünebilen halleri uyuşmuyor be! Tamam insan depresyonda ne yediğine içtiğine bakmıyor, hatta anlamsız bir yeme hali gelip yapışıyor bünyeye, ancak gerçekte o alışkanlıklar insanı ne hale getiriyor değil mi? Charlize de olsa adamın anasını ağlatır be o içkiler, yemekler! Diablo Cody yine çok iyi bir senaryo yazmış ama ona bir diyecek yok. Jason Reitman'la da kimyaları uyuşuyor ki böylesi hikâyeler yakalayabiliyorlar. Ne diyelim, darısı bir sonraki filme.

Weekend ve Rosetta kaldı çünkü yoruldum. Rosetta ve Dardenne'ler de bir başka yazının konusu olsun. Weekend'in de alternatif romantizm konusunda epey başarılı bir film olduğunu ve tek tipleştiremediğimiz dünyanın tek tip filmlere sığdırılamayacağını bir kez daha yüzümüze vurmasıyla da izlenmeyi hak ettiğini belirtelim. Oyunculuklar çok içte, diyaloglar çok iyi ve bir ilişkinin anatomisi güzel çiziliyor. Budur yani :)