26 Aralık 2010 Pazar

Yönetmenlerim 2 *Uyanışlar*


Bazı yönetmenler vardır anlatım teknikleriyle büyülerler insanı, bazıları anlattıkları hikayeye dayarlar sırtlarını. Belki birine dış birine iç yağı diyebiliriz. Şekil ve öz misali. Fazlaca tüketmelik filmlerdir sadece görüntülerle veya çeşitli kamera oyunlarıyla beslenenler. Bir dönem bir furya yaratırlar, belki gerisi gelir belki de gelmez. Bu kötü manasına mı gelir? Tabii ki hayır, ama bazen insan kitap okur gibi okumak ister bir filmi. O anda işte Weir filmleri gelir aklıma.

"Uyanışlar" dedim... Çünkü tematik açıdan bir noktada birleştirmek mümkün Weir filmlerini. Ayrı senaristlerle de çalışsa kendi sinemasını oluşturmuş bir yönetmendir o, ele aldığı konular ve hassasiyetleri açısından.
Temelde insandır Weir sinemasının özü. Bu insan bazen bir öğretmen olur; öğrencileriyle bir klavuz gibi ilişkileriyle onların hayatında yeni bir dönem başlatır. Bazen sıradan bir işte çalışan bir insan, bazen kendini aydınlanmaya, aydınlatmaya adamış bir adam. Bazense ölümün sınırından dönmüş, hayatı sorgulamaya ve "yaşama"ya başlamış biri... Evet, temelde hep "yaşam" Yaşamaya verilen değer gözümüze çarpar Weir filmlerinde, ama nasıl bir yaşamak?

İlkin zincirlerden kurtulmak. Bu zincirler, kalıplaşmış, tek düze, tekrar etmekten artık kulağa saçma bile gelmeye başlayan, insanı düşünmekten uzaklaştıran herhangi şeylerdir onun için. Ölü Ozanlar'da (Dead Poets Society)düşünmeyi değil, ezberlemeyi öğretirler çocuklara ki soru sormasınlar. Truman Show'da ellerine bir bebek düşer ve çizerler hayatını. Ona da soru sordurmazlar. Ama hep bir dönüm noktası olur Weir filmlerinde. Bir noktada yaşanır uyanışlar.

Weir benim için çok çok özel bir yönetmen. Bu özel oluşu tamamıyla bireysel olarak ilgilendiğim alanlarda gezinmesi. İşlediği konu ne olursa olsun, incelikli insan öykülerinde ısrar etmesi Weir'i, hem iyi bir hikâye anlatıcısı hem de tematik birlik gösteren filmler (kiminle çalışırsa çalışsın) çeken bir yönetmen kalsmanına sokuyor. Kendini tekrar etmek değil tabii ki bu, Kusturica misali ele aldığını çeşitli açılardan sunma ve yeni fikirler üretebilme, ürettiğiyle yoruma bırakma yolunu açmasıyla ilgili bu tematik birlik.

Tanrı - İnsan ilişkisine de bakar Weir. İllaki reddetmek olarak değil ama kabul ettiğiniz değerleri bilin der. Özellikle Truman Show'da çok ironik bir şekilde çıkar ortaya bu süreç. Tabii bu ayrı bir yazı konusu. Sivrisinek sahilinde daha çok söz edilir dinsel kurumlardan. zaten film bunun üzerine kuruludur. Tanık'ta da yine aynı sorgulama süreci vardır. Bunlar yanlış anlaşılmasın Weir illaki karşı durmaz; ama insanın kendi kendini fark etmesini sağlayacak olaylar sürer önümüze. Bu bazen dindedir, bazen bir düşüncede, bazen çıkılan bir yolculukta gündeme gelir.

Tutunamama Üzerine (kısa bir film)



Yön: Dagur Kari
Oyn: Mikael Berteisen, Michelle Bjorn-Andersen, Nicolas Bro...
Senaryo: Dagur Kari, Rune Schjott

Dagur Kari'nin ilk filmini çoğumuz izledik.Onun traji-komik tipler yaratmada, atmosfer açısından karakterlerini boğma noktasına getirip, onları o ortamda yaşanır kılan dünyaya komik bir çerçeveden bakabilme ironisiyle yaşattığına tanık olduk. Tutunamayanlar şehre taşınmış, küçük çevresen çıkmış bir film ama özde yine küçücük dünyalarda geçiyor. (Aslında filmin çeviri güzelliğiyle Tutunamayanlar adıyla gösterime girdiği malumunuz; ancak böylesi güzel bir isimle basbayağı Atay'ı anımsatması yönüyle gözümden kaçmayacak bir filmdi şüphesiz)

Tutunamayanlar'ın birçok açıdan okumasını yapmak, karakterler üzerine yorumlar üretmek mümkün.Ama ben, Aylak Adam üzerinden düşünmeyi seçtim. Ya da kendimce ona sordurduğum soruyu Tutunamayanlar'da aradım: "Benim varolmamda "sen"in yerin nedir?" Fazlasıyla bireyselleşerek -aslında birey olmayı fazlasıyla yanlış anlayarak- samimiyeti siliyoruz hayatımızdan. Her karesinde bu samimiyet duygusunu yüzümğze çarpıyor Tutunamayanlar. "Sen"le de varolabileceğimi, kendimi gösteriyor. İnsanların sadece ihtiyaçtan, yalnız kalma kaygısı ve kokusuyla birarada olma durumlarının resmi değil. Birbirini bulmanın öyküsü...
Hayal kırıklığı hep oldu ve olacak da! Yanlışlık, yanılma, hata... Hepsi insana dair... Kara bir tablo çizerken aslında ne kadar renkli olunabilineceğinin, "umut"un bir anda görünmesinin, karar vermenin, bağlanabilmenin ve bunun bir esaret olmadığının bilakis özgürlüğü getirdiğinin anlatımı Tutunamayanlar.
Film aramanın değil bir "buluş"un da öyküsü... bu açıdan çok değerli geldi bana. Belki bazı sahnelerin gereksizliği veya uzunluğu bizi filme başka bir açıdan baktığımızda etkileyebilir. Zaten filmin format olarak mükemmelliğe oynar bir tarafı yok.
Öykünün size yakınlığı çeker çoğu zaman sizi filme. Bir arkadaşım "filmin benimle kurduğu ilişkiye bakarım ben" demişti. Bu tarz filmlere (öykülere) tanıklık ettiğiniz zaman, bunların özelliği ve güzelliği karşılıyor sizi.

25 Aralık 2010 Cumartesi

La Belle et La Bête & Güzel ve Çirkin



Yön:  Jean Cocteau
Oyn: Jean Marais ...  La Bête         Josette Day ...  Belle
Yıl: 1946

Güzel ve Çirkin...Çocuk klasikleri adı altında anılan, bugüne kadar birçok kez gerek esinlenme gerek direkt uyarlama yoluyla film veya dizi olmuş ünlü masal... Bu başlık altında anılmasını uygun buldum kendimce, çünkü sonuçta masallar da edebiyatın anonim koluna giren bir tür. Masal denince akla gelen birkaç önemli unsur var. Özellikle iki zıt kutbun mutlaka çarğışması söz konusudur masallarda. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, siyah ile beyaz çatışması gibi bir şeydir bu! Sonuçta kazanan da hep olumlu taraftır. Yani okuyucunun genel zihnine uyan toplumun "iyi" diye nitelendirdiği özelliklere sahip kişi veya durumlar sonuçta kazanan tarafta olur. Pek tabii masalların diğer bir özelliği de mutlaka ama mutlaka olağanüstü unsurları bünyelerinde barındırmalarıdır. Bu olağanüstülükler, kimi zaman iyice ayyuka çıksa da bazen ufak tefek anlarda kendilerini hissettirirler.

Güzel ve Çirkin'in 1946 yapımı bu uyarlaması, bir masalın nasıl gözler önüne serilmesi gerektiğini kanıtlar nitelikte. Nasıl peki? Bilmeyenimiz yoktur; masalda Çirkin, korkunç bir yaratıktır. Aslında büyülenmiş ve yakışıklı bir prensken korkunç bir yaratığa dönüşmüştür. Tabii biz bunu masalın başında bilmeyiz; o, okuyucu veya dinleyici için korkunç bir yaratıktır.



Masal boyunca hissettirilen kötü görünen illaki kötü değildir mevzusu, karşımızdakini şeklen değil kalben değerlendirmemiz gerektiği dokundurmaları elbetteki filmin tematik yapısının olmazsa olmazı durumda. İyi ile kötü keskin çizgilerle ayrılıyor filmde. Ancak kötü asla yaratık değil. Hatta öyle bir işlenmiş ki Çirkin tiplemesi, filmin sonunda dönüşeceğini bildiğiniz halde, keşke değişmese bile diyorsunuz.

Peki ya atmosfer? Şimdiye kadar atmosfer açısından çok çok iyi filmler gördük, övdük. İş Güzel ve Çirkin'e gelince ve karşımızdaki bir masal uyarlaması olunca, insan daha bir heyecanlanıyor, acaba özellikle Çirkin'in yaşadığı yer nasıl tasvir edilmiş diye. O kadar etkileyici bir mekan çalışması yapılmış ki filmde, filmi izlerken o havaya girmemeniz mümkün olmuyor. Özellikle şatodaki (saray mı demeliyim) canlı tasvirler; filme hem ürkünçlük boyutunu kazandırıyor hem de masal havasını yaşatıyor.

Filmin başında yönetmen çok zekice bulduğum bir açıklamayla giriyor filme. Çocuklar, masallarda her şeyin olabileceğine inanırlar. Sizden de istediğim çocuk gibi düşünmeniz, inanmanız... Tam bu cümlelerle olmasa da yönetmen seyircisine seslenip, inanmasını istiyor. Üstelik film boyunca o inandırıcılığı bir an bile sekteye uğratmadan yarattığı o güzel anlatımıyla seyircinin bu masala inanmaması gibi bir seçenek de kalmıyor.

Bay Özgürlük: Böyle buyurdu Sam Amca


 


1969 yapımı Bay Özgürlük (Mr Freedom) yönetmen ve senarist William Klein'ın Amerika'yı taşa tuttuğu ironik bir karikatür film.

İsminden başlayarak müthiş bir kara mizah örneği sunan Bay Özgürlük (filmde Özgürlük&ü John Abbey muhteşem bir absürd havayla canlandırıyor) 1969 yılında çekilmesine rağmen zamanı aşan ve günümüzde de söylediklerinin kat be kat arttığını gördüğümüz bir hikâyeye sahip. Peki kimdir bu Bay Özgürlük ve neler söylemektedir?

Filmin konusunu basit bir şekilde özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Görevden göreve koşan Bay Özgürlük'ün, özgürlüğe kavuşturulması ve kendi iç bunalımlarından kurtarılması gereken Fransa'ya gidişi üzerine gelişen olaylar, filmin ilk planda görünen hikâyesinin temel noktaları. Tabii bu görünen yüz; ardında yıllardır muzdarip olduğumuz müthiş bir Amerikan emperyalizminin temel taşları, ahlak yönünden iki yüzlülüğü aşıp çok yüzlülüğe geçen bir küstahlık hali ve bunları bünyesinde toplayan düpedüz kaba, zalim bir insan (Amerikan prototipi) Bay Özgürlük var!

İlkin fiziksel açıdan bakarız ya insana, ilk gördüğümüz şekildir ya; buna binaen Bay Özgürlük'ün kıyafetinden başlayarak tam bir kaba saba insan örneği olduğunu söyleyebiliriz. Tipik rugby kıyafeti içinde hem olduğundan daha iri görünen hem de daha rahat etrafa zarar verebilen bir kişi düşünün. Buna bir de bu kabalığı kendi hakkı olarak gören kibri ekleyin. Üstüne üstlük dünya barışını sağlama, her istediği ülkenin iç işlerine karışabilme, özgürlüğün kurallarını belirleyebilme hakkını (ki böyle bir hak varsa) elinde tutabilme gibi görevleri misyon edindiğini düşünün. İşte karşınızda Bay Özgürlük! Aslında ne kadar tipik değil mi? Sam Amca’nın direktiflerini yaymak üzere canının istediği yerde canının istediği “demokrasi”yi empoze etme yoluyla insanlığın huzuruna sunan Bay Özgürlük, tam da bugünün dünyasına 69 yılından bir pencere açan ve güncel söylemi bu damardan yakalayan bir film.

Özgürlük köleliktir

Filmde geçen ve kendi içinde acı bir ironi barındıran “özgürlük köleliktir” söylemi, 1984 romanından da aklımızda kalabilecek bir söylem. Tabii ki filmde sunulan ve ismindeki zıtlıktan da yola çıkılarak varılacak netice bu; buradaki özgürlük tabii ki kölelikle eşdeğer. Sonuçta özgürlüğü parayla satın alan, daha doğrusu paranın boyunduruğu altında tutan bir zihniyet için özgürlüğün kölelik olması kaçınılmaz bir sonuç. Ancak özgürlük kelimesinin içinde barındırdığı anlamla kölelik kelimesinin yan yana gelerek oluşturduğu bu ikili söylem, filmin ironik yağısını besleyen bir damar. Amerika’nın kurallarıyla oynanan bir oyunda size ne yapacağınızı söyleyen (direktif veren demek daha doğru olacaktır) bir taraf, size hangi şartlarda özgür olacağınızı buyuruyor. Yani “böyle buyurdu Sam Amca” dedirtiyor açıkça.

Dünyaya “biz” ve “diğerleri” penceresinden bakan dar bir zihniyetin kaba kuvvetle buluştuğu noktalarda yaratılan komik anlar filmin yergi gücünü kuvvetlendirirken filme acı bir karikatür havası da kazandırıyor. Bu bir kazanım çünkü filmi daha alegorik bir havaya sokuyor. Ciddi bir siyasi söylemin böylesi komik tiplemeler ve atmosferle sunulması zaten başlı başına filmi izlenir kılmaya yeterli bir sebep. (Burada 2004 yapımı Trey Parker filmi Team America’yı hatırlatmakta da fayda var. O da aynı damarlardan beslenerek tipik bir Amerika dış politikası ironisi yapıyor ve çift anlamlı diyaloglarıyla Amerikan değerlerine veya değersizliklerine bakıyordu)

Bay Özgürlük’ün Fransız küçük bir çocuğun “seni kimse sevmiyor” demesiyle bunalımın eşiğine düşmesi ve sonra bundan çabucak sıyrılıp yine bildiğini okuması, finaldeki komik ama bir o kadar da acı bir kendiniz bilmezlik hali izleyiciye yeteri kadar anlamlı gelecektir kuşkusuz. Özellikle bugünü de düşündüğümüzde Bay Özgürlük’ün yılları aşıp gündemini koruyan hikâyesi, her ne kadar “biz bunları aslında biliyoruz” cümlesini izleyiciye söyletse de, üslup açısından da izlenmeyi hak eden bir yapım.

24 Aralık 2010 Cuma

Bay C'yi takdimimdir



  Aylak Adam, bir kent romanı olarak önemli ilk örneklerden... “Yazarın üniversite öğrenciliğinin geçtiği yıllardan canlı izler taşır.” “Dar bir çevreye sıkıştırılmış, büyük şehir özlemi çeken, duygulu ve sanatçı bir mizaç taşıyan kişinin geçmişine eğilişi” Aylak Adam romanı, aylaklık olgusu üzerine kurulmuştur. Baş kahraman Bay C. yaptığı işi tahmin etmeye çalışan sevgilisine:
“-Edemezsin. Çünkü aylakım ben.”der.
Zaten romanın birçok yerinde Bay C. mesleğini aylaklık olarak tanımlar. Yusuf Atılgan bir röportajında aylaklık kavramına açıklık getirirken, aylaklığın özünde “olmayanı aramak yatar” der. Zaten romanda C. de “Ben ya ararım, ya da yaşarım” diyerek bunu kanıtlar. “Aylak adam boyuna gerçek sevgiyi arıyor. Bence aradığı sevgi dünyada yoktur. Hatta romandaki Ayşe tipi ile bile tatmin edilemiyor ve aradığını bulamıyor. Halbuki roman kahramanı her türlü değerini yitirdiği halde, bu gerçek sevgiyi bulacağını sanır ve bu konuda iyimserdir. Ama roman sonunda bu umudu da kayboluyor ve ‘Artık hiç kimseye bahsetmeyeceğim’der.” Bay C. roman boyunca bu arayışını okuyucuya hissettirir, sevgililerine bunu söyler; bu isteğinde çok samimidir. Sevgilisi Güler’e “Bir gün sana dünyada dayanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğretecem” der. Bu arayışının temelini Bay C.’nin toplum karşısında aldığı karşı duruşta bulabiliriz. O, toplumdaki iki yüzlülüğün, sahteliğin karşısına samimiyetle sevgiyi koyar.Gündelik hayatın eleştirisini yaparken, bu hayatın içinden sıyırıp aldığı tek şey sevgidir.
 “Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum:Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
Dünyada çok kadın vardır ama bir tek Aylak Adam’ın aradığı yoktur. Aslında o sadece arar, emek vermez, bulduğunu sandıklarında hep bir şeyler görür ve çabuk uzaklaşır.
C.’nin aylaklığının kaynağı babasının servetidir. Yine C.’nin kimi davranışlarındaki bahanesinin kaynağı da babasıdır. Baba öldükten sonra bile bir gölge gibi onu yönlendirir. Babanın bıraktığı miras onda hareket serbestliği ile doldurulması gereken büyük bir boş zaman bırakmıştır. C.’nin can sıkıntısının kaynağı bu boş vakitlerin doldurulmasını sağlayacak bir işinin de olmamasıdır. Ali İhsan Kolcu, bu yokluktan kaynaklanan boşluğu şöyle anlatıyor:
“C.’nin can sıkıntısı akla Albert Camus’nün Yunan mitolojisinden alıp kullandığı Sisypos efsanesini getirmektedir. Sisypos’un günlük azabını simgeleyen ‘kaya’sı, hayatın içinde insan oğlunun gündelik mücadelesiyle örtüşür. Buna göre her insanın zirveye çıkaracağı günlük kayası vardır. Şoförün kat’edeceği kilometre, işportacının satacağı mal, öğretmenin vereceği ders, öğrencinin öğreneceği konu, çiftçinin süreceği tarla, memurun yapacağı işlemler onun günlük kayası konumundadır. İlk bakışta bu mecburi faaliyetler bir güçlük hatta ‘azap’ gibi görünse de aslında insanı hayata bağlayan, onu meşgul eden ve bir amaca yönlendiren bir anlam ve işlev de taşır. Bu bakımdan insanın kayası onu hayata bağlar. Mücadele gücünü diri tutar.” Romanda C., hikaye yazma girişimleri, aradığı kadının peşine düşmesi gibi edimleri dışında herhangi bir meşguliyete sahip değildir.
Semih Gümüş, “Ondaki sevgisizliği; çevresine karşı o denli horgörülü oluşu; yalnızlığından hoşnut görünmesine karşın yalnızlığın bunalttığı ruhsal durumu; sonunda yenik bir kimliği imleyen çıkışsızlığı; sözgelimi aşk ya da cinsel ilişkiyse söz konusu olan, hep dayatmacılığı, kendi dünyasını karşısındakine dayatan bencilliği; kısacası, bir kimlik olarak oldukça özgün bir ruhsal durumu adım adım ören, adım adım oluşturan, Türk romanındaki en değerli roman kişilerindendir C.” diye tanımlamaktadır kahramanımızı.
Toplum düzenine karşı hep eleştirel bir kimlik sergiler C. Yabancılaşmasının bilincindedir. Birçok şeye karşıdır. Bunlardan ilk dikkati çeken “eli paketliler” diye adlandırdığı, küçük burjuva sınıfının ya da çalışan kesimdir. Buradaki paket kavramı, yiyecek, zaruri ihtiyaç maddeleri ve hediye cinsinden eşyaları temsil etmektedir. C. bu fikri Şarlo’dan aldığını ifade eder:
“İçinizde ‘İki Öksüzler Sokağı’ndan geçenler olmuştur. Ama bilemezsiniz. Çoğu iki katlı yeni ya da yeni görünen evler. Şarlo’nun ‘Easy Street’ dediği sokaklardan. Ben ‘Eli Paketliler Sokağı’ diyorum. Komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar yaşar burada.” Güler’den ayrılma sebeplerinden biri de Güler’in bu “eli paketliler”e özenmesidir. “Bu kız beni eli paketlilerden biri yapmak istiyor. Onlar için yaratılmış. Benim aradığım değil .” Buradan da anlaşılacağı üzere, C.’nin kurulu insan düzenine ve ilişkilerine karşı getirdiği karşıt tutum evlilik kurumunu da içine alır. O, evliliğe, toplumda örnekleri görülen evlilik biçimine karşıdır. Zaman içinde eşler ve çocuklar arasında kaybolan sevgi saygının, yok olan heyecanın, paylaşılamayan şeylerin verdiği acı, iletişimsizlik ve yabancılaşma, heyecanı “öteki”lerde arama arzusu gibi sebepler bu karşı duruşun temelleridir.
“Bu çatının altında yaşayanlarda ortak ne var? Yalnız birlikte yaşama zorunluluğuna inanmaları. Kimi pilavı patlıcanlı ister, kimi patlıcansız; kimi tuzlu kimi tuzsuz; kimi erken yatmak ister kimi geç; biri şarkı söylerken öteki caz müziği ister. Sabahları kalkışlar... biri gördüğü düşü anlatır. Dinleyen, düş dinlemeyi sevmez. Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar.” Bu yaşam biçimine dayanmakta bir gereklilik görmez C.
Görgü kurallarının yapmacıklığı, onun için insan davranışlarını sınırlandırması açısından karşı durduğu bir noktadır.
“-Öğle yemeğine bize gitsek. Annem...
-Olmaz. Birisi bekleyecek beni (yalan söylüyor)
Orada bilmediği insanlar vardır. ‘Rica ederim, çıkarmayınız ayakkaplarınızı’ Çıkarmazsınız ama çıkarmadınız diye kızdıklarını sanırsınız. Hele hatır sormanın yapmacığı...”
Burada da sıradan davranışlar, insanların gerekli gereksiz kendilerini sıkmaları ve bunun sonucunda oluşan yapmacıklıklar C. tarafından gözlemlenmekte ve eleştirilmektedir. Güler, romanda sorar C.’ye
“-Neden bu kadar kötümsersin?”
“-Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım:Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler, yarın gene bekleriz” diye karşılık verir C.
O zaten yaşadığı dünyaya, yüzyıla yabancıdır “Altlarında, asfaltla kusmuk, işte yirminci yüzyıl. Katı katı naylon, neonların yapma gündüzü...” ve “Bu pis dünyada yaşadığı, ona bu yaptıklarını yaptırdıkları için kızgındı” cümlelerinden bu açıkça anlaşılmaktadır. İçindeki öfke, bundan doğan uzaklaşma, giderek artan yabancılaşma olarak gösteriyor yüzünü.C. yabancılaşmasından, toplumun değer yargılarını ve çocukluğundaki ailesel olumsuzlukları sorumlu tutar ama toplumsal yapıyı değiştirmeye yönelik yapıcı bir çözüm geliştirmez. Onun tekdüze bir yaşamdan kaçtığı bir gerçektir ancak bu düzene karşı getirdiği tek şey eleştiridir. Onun Güler’le bir mahalleden geçerken Güler’in çocukluğunun geçtiği ve şimdi başkasına ait olan bir ev hakkında C.’nin söyledikleri onun bu yaklaşımının açık örneğidir:
“İçinde oturanları tanıyorum. Erkek en yakın lisede İngilizce öğretmeni. Karısı, onunla evlensin diye okulunu yarıda bıraktı. Sevişerek evlendiler. İki çocukları var: Biri kız, biri oğlan. Erkek akşamları eve elinde paketler, kese kağıtlarıyla döner. Yemek yerler. Çoğu geceler adam ya öğrencilerin yazılı ödevlerini düzeltir, ya da gazete okur. Arada, ‘bu yıl kömür kıtlığı olacakmış!’ diye mırıldanır. Kadının kucağında hep yamanacak bir şeyler bulunur. Kocasına bakar. ‘Uğrunda fakülteyi bıraktığım bu rahatına düşkün adam mıydı?’ diye düşünür. Sonra dalar. Bir gün okula giderken otobüste bir genç gözünün içine içine bakmıştı. ‘Neden kaşlarımı çattım ona’ diye hayıflanır, ‘onunla belki başka türlü olurdu’ Ya birlikte uyudukları yatak... Erkek karısının değiştiğini, okula yeni verilen tarih hocasını düşünür. Kadın otobüsteki gençledir...
-Sus, dedi Güler, yeter!”
Romanda “bıyık” ve “bacak” motifleri sık sık karşımıza çıkar. Bıyık, C.’nin babasınnın kara bıyıklı oluşundan başlayan ve çocukluk yıllarına kadar giden şiddet, kötülük, şehvet, ve nefretin temsil edildiği bir motiftir. C. romanın daha başlarında yediği dayağın muhasebesini yaparken bıyık üzerinde durulur. Muhatap olduğu kişiler bıyıklıdır. Romanın bir yerinde kaçan topunu almak için arabanın tekerleklerine çömelen çocuğa kızan şoför de bıyıklıdır.
“Arabanın ön penceresinden uzanmış surat bağırıyordu. ‘-Katil olacağız be. Yok mu bu piçin anası?’ Bıyıklıydı. Bu yüzü eskiden bir yerde görmüş gibiydi.”
C.’nin yaz aylarında Ayşe ile geçirdiği tatil günlerinde, babasının şehvet düşkünlüğü, hizmetçilerle olan ilişkileri, anne yerine konulan Zehra Teyze ile ilişkisi bir bir bilinç üstüne çıkan hadiselerdir C. için. Buradan hareketle “bacak” motifi öne çıkar. Çünkü bacak meselesi Zehra Teyze’de anlamını bulmaktadır. Bacak ona babasının baskın cinsel kimliğini hatırlatır. Annesi gibi sevdiği kadının bacaklarında babasının ellerini görmesi C.’de bu bacak sendromunu başlatmıştır. Güler’in bacaklarına dokunamaz; Ayşe ile olan ilişkisinde bunu aşar.
“-Neden hep bacaklarımı öpüp okşuyorsun?
-Babasının yüzünü görür gibi oldu.’-Zehra, şu bacakların yok mu? Bıyıklarını buruyordu. Filmdeki kadının o korkunç sesi kulaklarında yeniden çınladı:’Babanı öldürdün’ Doğruldu.
-Çünkü senin bacaklarından korkmuyorum, dedi.”
Burada ayrı bir psikolojik boyut olarak baba fenomenini öldürüp birey olabilmek isteği de öne çıkıyor. Zaten C., kendini anlatmaya önce babasından başlaması gerektiği üzerinde durur sık sık. Kendisindeki bu “bıyık” ve “bacak” düşüncesini anlatırken bu iyice su yüzüne çıkar.
“-Önce babamı anlatmam gerek, dedi. Kadın bacaklarının bende uyandırdığı korkuyu ancak o zaman anlarsın. Bende gördüğün her şey babamla başlar. Pek küçükken yanaklarımı öpmeye yaklaşan adamın kara bıyıklarından gene o korkuyla karışık iğrenmeyi duyar mıydım, yoksa bunu sonradan mı düşündüm, bilmiyorum.”
Romanda C.’nin gözlemlerinden çıkardığı bazı yaşam felsefelerinin kodlamaları da vardır. C. bunları “ku-ya-ra” ve “a-da-ko” diye adlandırmaktadır. Bu tanımlamaların açılımını C.’nin ağzından dinleyelim:
“-Bütün çağların trajedisi bu, ku-ya-ra:’Kumda yatma rahatlığı’ A-da-ko:’Ağaç dalı kompleksi.’ Şimsi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu adako’yu budarlar. Onu gövdeden ayırmak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Balta işlemez ona.”
Adako, C.’nin kendisini sembolize etmektedir. Roman boyunca babasını bir gövde olarak gördüğümüzde ondan kurtulma arzusu adako ile örtüşür. Ruhunun bağlılığa alışkın olmaması, zaten alışkanlıklardan ve bir yere bağlı olmaktan ölesiye uzak duran C. için adako tanımlaması yerinde olur.
Romandaki bir başka önemli unsur da sinemadır. Sinema C.’nin insanlar hakkında biraz da olsa umut ışığı gördüğü yer olarak karşımıza çıkar. Bireylerden ve toplumdan umudu kesmiş olmasına rağmen dediğimiz gibi ender de olsa umut ışığını sinemada, film izleyen seyircide bulur.
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.(...) Bunları kurtarmanın bir yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar...” Orhan Kemal, Aylak Adam’ı okuduğu zaman C. için şu yargılara varmış: “Bir delikanlı var, geliri kıyak... Bir çevresi var... Baylan çevresi sanki... Ve bu adam yaşıyor... Sevişiyor... Güzel...” Bu açıdan bakıldığında ortadaki gerçek, C.’nin baba parası yiyen, tüketici topluma eleştiri getirip aslında üretmeyen bir genç olması. Ancak onun samimi bir şekilde sevgiyi araması, tutamak sorununa yaklaşımları, gözlemleri hepten yalan değil. O geçmişinden getirdiği komplekslerin altında da yaşayan bir insan. Babası ona geçimini sağlayacak para yanında onulmaz yaralar da açmış bir insan. Romanda onun ruh dünyasına girebilmemiz, bunları görmemizi sağlıyor. C.’nin karşı çıktığı değerlere alternatif bir yaşam biçimi sunmaması belki onun entelektüel kimliğinin eksik kalmış tarafıdır. Ancak o, her şeyden önce, kendi geçmişinin izlerini üzerinde taşıyan bazen melankolik, bazen acımasız, şiddet yanı ortaya çıkan, bağlanmak istemediği halde bağlanacak bir tutamak arayan bir insan örneğidir. Davranışlarına tamamen yalan, hastalıklı yakıştırmasını yapamayacağımız gibi onu tamamıyla kabul de edemiyoruz. Ancak, o da yaşamış bir insan örneği olabilecek kadar gerçek bir kahraman.

Yönetmenlerim 1 "Linklater'la başlamak lazım"


 Aslında bu birkaç yıllık bir yazı... Ama başlarken cepten yemek gerek biraz da :)


Nasıl başladı bilmiyorum ya da nereye kadar gidecek? Linklater'a ilgimden bahsetmekle başlayayım istedim. Tape geçti ilkin elime, ne Linklater'ı biliyordum ne de onun dünyasının inceliklerini... Sanırım Ethan Hawke'du ilgimi çeken, ve Ölü Ozanlar Derneği'nden sonra biraraya gelen 2 arkadaş; Neil ve Todd... Öyle başladı sanırım. Bir otel odasında, devamlı konuşmalarla geçen bir film... Sorular soran, sorduran. Daha da ötesi, kendinizden bir parça bulduğunuz, ayrıntılarda sizi düşünmeye zorlayan. Kimmiş bu yönetmen dedim kendi kendime?!!! Ne yapmış böyle!! Sonra takibe başladım, elime filmi geçtikçe, Linklater imzası gördükçe atlamaya başladım filmlerin üstüne.
Before Sunset dedim ilk daha Before Sunrise'ı izlemeden. Hep ters giderim ya, bu da ters oldu işte. Sonra döndüm başa. 2 genç insan ileriye dönük konuştular bizimle, Linklater anlattı dertlerini, bakışını hayata. Nasıl bakıyordu ki?! Hâlâ cevabını alamamıştım, kendim de veremiyordum ki cevapları nasıl Linklater'ın söylemesini beklerdim. 9 sene sonra yine karşılaştırdı iki insanı, bu kez geçmişin de hesabını yapıyordu. Uzayan, kesilmeyen sahnelerle, eşsiz diyaloglarla. Onun sineması zaten bu diyaloglarla şekil alıyordu. Sevdiğim de buydu. Kimine göre sıkıcı olabilecek uzunluktaki sekansları başarıyla ve zekice yazılmış diyaloglarla şenlendiriyordu. "Ben sorguluyorum, sizi de davet ediyorum" diyordu sanki.
Sonra bir kez daha, bir kez daha... Sanırım darbeyi Waking Life'da indiriyordu Linklater. Hem anlatımıyla oynuyor hem de her yönden, her kesinmden kişilere derdini anlattırıyor, yine sorular soruyordu. İncelikli bir zeka, derinleşen sohbet konuları... Onun filmini izleyince insan hemen konuşacak birini arıyor. Tıpkı onun bir karakteriymiş gibi, tıpkı bir Linklater filmninden fırlamışsınız gibi. Çünkü hayatı anlatıyor O, anlatıyor ama sıkmadan, germeden, kesinlikler sunmadan. Hep bir "belki" diyerek, bir de şu yönden bakalım neler göreceğiz diye göz gezdirerek.

Daha keşfetme aşamasındayım, her heyecanlı çocuk gibi Smile Linklater'la tanışmış olmanın, onunla bir şeyler paylaşmanın uyandırdığı merak var hâlâ içimde. Ortak paydalar bulmanın sevinci belki de bu! Adı neyse işte... Tıpkı bir Linklater filmi ve onun kahramanı gibi. Tıpkı onun gibi... Sorguluyorum, neresinde durduğumu hayatın. Bunların bir sonu yok biliyorum; çünkü bu arayış bittiği zaman sona erecek insan ömrü... O zaman soracak çok soru var daha; düşünülecek çok katmanlı ilişkiler, amaçlar, gidilecek noktalar... O zaman söyleyecek çok sözü var daha Linklater'ın 


Before serisi için ayrıca başlamak gerek yine ve yeniden...