12 Aralık 2011 Pazartesi

“Emek”ime Saygı


SİNEMA bir sanat mıdır, sinema kendinden önceki sanat dallarının üzerine kendini yaslamış da onlardan beslenerek adeta kendini mi yaratmıştır zaman içinde? Ne olursa olsun, onu “yedinci sanat” ifadesiyle hem ötekileştirerek hem de ona ayrı bir mevki vererek belki de bir yüceltmeyle baksak da sinemaya ondan vazgeçemeyeceğimiz de bir gerçek.
Gören gözler, duyan kulaklar, en önemlisi de düşünebilen beyinler biliyor belki de sinemanın kendini ispatından bu yana süregelen yozlaştırma eylemlerini. Bu eylemlerin en sinsi olanı da insanlara empoze edilen tek tip olmayı hedefleyenler. Kafka (Steven Soderbergh, 1991) filminde şöyle der ünlü Kale’nin acımasız sahiplenicilerinden biri: “Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır. Bir topluluğun ortak bir amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için şaibelidir.” Bu yüzden bireyin düşünmesi, hareket olanakları kısıtlanmıştır; her dilediğini yapamaz, her şeyi ifade edemez. Zaten ifade edeceği pek bir şey de kalmamıştır elinde, beyninde. Sadece işe gider, sisteme hizmet eder, çarkın bir parçasıdır. Modern Zamanlar’ın ünlü çarkının... İşte, bu repliği bile duyduğumuzda belki filmi durdurup biraz düşünmek ihtiyacı hissediyoruz, kahramanla (Tabii buradaki kahraman genel geçer yargılarla süslenmiş tipik Hollywood kahramanı değildir) özdeşlik kurup onun yaşadığı sıkışmışlık hissini dağıtabilmek için kıpırdanmaya bile başlıyoruz. Enikonu rahatsız ediyor bizi film... Peki biz böyle filmlerin kaç tanesini artık sinemalarda izleyebiliyoruz?
Sinemanın o görkemli yapımlarının yanında daha minimal, daha sıradan insan öyküleri anlatan, küçük bütçeli filmleri bizlerle tanıştıran adeta “Böyle filmler de var” diyen festivallerin yanında minör dağıtımcıların da kendilerini sinema sektöründe hissettirmeleriyle küçük bütçeli filmler de vizyonda buluşmaya başlamıştı izleyicisiyle. Sadece festivalle sınırlı kalmamalıydı çünkü bu filmlerin de yolculuğu. Tabii bu filmlerin vizyon yüzü görmeleri gerçek bir sinemasever için yerleri hiçbir zaman doldurulamayacak artık “mütevazı” sayılan sinemalarla mümkün oluyordu. Ancak yavaş yavaş bunun da önü kesildi. Tüm yaşamı içine sığdırdığını zanneden (Çünkü insan yaşamı ye, iç, giy üçgeninde gidip geliyor ya) büyük alışveriş merkezlerinin kültür açığını kapatan sinema salonları insanlarımıza geniş koltuklar, büyüyen mısır boyutları ve kolalarıyla refah bir seyirlik ortamı yarattıkça “mütevazı” sinemaların artık “para” etmediği “gerçeği(!)” ile karşı karşıya kaldık. Böylece birer birer kapanmaya başladı yılların sinemaları.

SİNEMA SALONU SADECE MEKAN DEĞİLDİR
Sinemaya sadece salon olarak bakan bir izleyici belki rahatsız olmayabilir gidişattan. Ancak sinema sadece bir filmin gösterildiği salon değildir. Aynı zamanda bir yaşanmışlığın, ortak anıların da buluştuğu mekanlardır. Geçtiğimiz senelerde İstanbul Film Festivali dolayısıyla Claudia Cardinale geçti mesela Emek Sineması’ndan. François Ozon daha geçen yıl ordaydı. Atlas Sineması’nın duvarlarına yansıyan Türk sinemasının unutulmaz yüzleri ve imzaları, oralardan geçen sanatçıların ayak izleri... Bir sinema izleyicisi ve festival takipçisi olarak Tarık Akan’ı Atlas Sineması’nın önünde sıra beklerken görmek, Zeki Demirkubuz’u filmini anlatırken dinlemek az bir şey midir? Tüm bunlar sinemaseverler için bir sinema salonunu sadece bir mekan olmaktan çıkaran şeylerdir. Sinemaya hayat veren, adeta onun izleyiciyle nefes almasını sağlayan detaylardır. Bir alışveriş merkezine gidip de yemek yiyip, alışveriş yaptıktan sonra “Hadi bir de sinemaya gidelim” anlayışından çok daha farklı şeylerdir. Tabii tüm bunlar bir sinemaseverin kalbinden geçen duyuşlar, paylaşmak istediği özel duygular belki. Tüm bu yok edişlerin ardında yatan ve toplumumuzu esas ilgilendiren mesele daha ideolojik.
Yukarıda minör dağıtımcılar sayesinde sinema izleyicisiyle buluşan küçük bütçeli filmlerden bahsettim. Bu filmler en azından vizyon filmlerine alternatif olma yönleriyle de üzerinde durulması gereken filmler aslında. Değişik bir yüz görmek, değişik bir ses duymak, bir duyguya, fikre ortak olmak isteyen sinemasever için bulunmaz nimetler bu alternatif filmler. Özellikle festivallerde takip edip “Keşke vizyon yüzü görebilse” dediğimiz türden filmleri dağıtabilecek kuruluşlar çıktıkça seviniyorduk tabii. Hasbelkader bile olsa biraz daha fazla izleyicinin bazı filmleri görebilme olasılığının çoğalması yüzümüzü güldürüyordu. Bu filmler de daha çok Alkazar, Beyoğlu, Emek gibi sinemalarda vizyon yüzü görüyordu. Bu sinemaların kapanması demek, sadece birkaç eski sinemanın perde indirmesi demek değil; izleyici olarak alternatif örnekleri büyük perdede görme hakkımızın elimizden alınması da demek. Ve bu sadece birkaç sinemaseverin büyük perde sevdası değil, izleyiciyi giderek daha da tek tipleştiren bir sistemin dışavurumu. Düşünme, kıpırdama, okuma, izleme diyen bir sistem. Düşüneceksen de bunu düşün, okuyacaksan bunu oku, izleyeceksen de bunu izle diyen bir sistem. Önünüze sürülen fikirlere dikkat edin, okumanız için reklamı yapılanlara, izlemeniz için vizyona giren filmlere!
“Büyük uyku”dan uyanmamız için sinemalarımıza ihtiyacımız var bizim. “Emek”imize ihtiyacımız var. “Emek”ime dokunma demeliyiz bu yüzden.

Not:  18/06/2010 tarihli Evrensel Gazetesi'nde yayımlanmış yazımdır.

11 Aralık 2011 Pazar

Sessiz Sinema Şaheserleri 1

Sunrise: A Song of Two Humans (1927)

 

F.W.Murnau'nun 1927 tarihli güzel filmi Sunrise'ı Midlake'in Acts of Man şarkısının klibinde görünce şaşırdım açıkçası, bilmiyordum tabiî ondan ileri geliyor bu şaşkınlık hâli. Film uzun zamandır elimde olmasına rağmen henüz tarafımdan izlendi, yani dün gecenin bir vakti. Sessiz sinema dönemine her daim saygım sonsuz olmuştur. Hatta asıl sinemanın o dönemde yapıldığını düşünmüşümdür. Düşünsenize, elinizde ses yok. Bu, filmde kullanacağınız diyaloglara veya müziğe sırtınızı dayayamazsınız demek. Tabiî ki bu da istediğiniz herhangi bir duygu yoğunluğunu müzikle yakalayamayacaksınız demek. Elinizde sadece kurgu var ki kurgu, sinemayı sanat dahilerin sinema adına buldukları ilk müthiş gelişme. Seçilen planlar çok fazla hareket ettirelemeseler de kameranın işlevi daha sinemanın ilk yıllarında yönetmenlerin yegâne malzemeleri... 1896'dan 1927'ye elbette müthiş bir gelişme gösteriyor sinema, Sunrise da bunun bir kanıtı. Bu filmlerde belki de hikâyeden önce, yaratılan mizansenlerin ışık gölge oyunuyla kurdukları işbirliği ve sahnelerin birbiri ardına eklemlenmesindeki beceri geliyor. Bize de primitif sinemanın nasıl da saf bir sanat olduğunun farkına varmak ve ondan müthiş bir zevk almanın keyfi kalıyor :)
Şarkı:

Midlake - Acts of Man