26 Haziran 2012 Salı

Ayna ayna söyle bana

Şöyle bir baktım da bizim Snow White (also known as Pamuk Prenses) 97 kez canlandırılmış tv, sinema dahil. E tabiî bu sacede direkt masalın uyarlamasıyla alakalı değil, herhangi bir filmde de geçebilir Snow White, falan filan. Hatta geçtiğimiz yıl başlayan tv dizisi Once Upon A Time'da da var bizim Snow, dolayısıyla bu dillere destan güzelliğe pek çok kez rastladık rastlamaya da devam ediyoruz.
Evet, Pamuk çok güzel bir kız e zaten prenses; bu tarz insanların alamet-i farikaları çok güzel, saf olmalarıdır. Çabalarsanız daha birçok iyi, olumlu nitelikler sıkıştırabilirsiniz cv'lerine, ben almayayım şimdi.
Bu yıl Pamuk Prenses popülasyonu yaşadık resmen, 2 sinema filmi ard arda vizyona çıktı e bir de diziden bahsettik işte yukarıda, demek ki neymiş? 3 kez Pamuk Prenses çokmuş.
Pamukların ekrana yansıyan yüzlerine bakalım şimdi, nasıl vücut bulmuşlar. Uzun cümlelerle anlatmaya gerek yok, bakın şimdi fotoğraf denen bir şey var iyi ki:



Varan 1: sol yandaki köylü güzelinden hallice, börtü böcek dostu, kalın kaşlardan muzdarip şahs-ı muhterem Snowcuk













Varan 2: sağ yandaki şaşkın ördek yavrusu kılıklı, pis, gözlerini her daim bööö diye açmaya meyilli, memnuniyet nedir bilmeyen, pasaklı Snow






E bir de kötü kraliçeler var tabii ki onlar Julia Roberts (ki aslında kendisini güzelleri say deseler listeme almam, o kadar seçiciyimdir :p) ve Charlize Theron gibi 2 afet-i devran. Yahu bu işte bir yanlışlık yok mu? Kraliçelerin Pamuk'tan daha güzel olmaları tuhaf değil mi diye diye izledim iki filmi de. (Mirror Mirror ve Snow White and The Hunstman) Hadi Lily Collins bir oranda sevimli olabiliyor da o Kristin Stewart'ın hali nedir? Devamlı etrafına oklarını saldığı bir "sizden TİSKİNİYORUM" bakışı, ula Pamuk senin alçakgönüllü olman gerekmiyor mu? O insanlar olmasa senin halin nice olurdu farkında mısın sen ey kendiniz bilmez aymaz kadın, pardon kız! Twilight'ta o soğuk nevale halinle ancak Edward'a yâr olabilirdin ki ikiniz buzdolabı kalıbı gibi birbirinize yapıştınız (özelde de) Hadi orda tuttu bu ama Snow White için üzgünüm, bizimla değilsin kızım sınıfta kaldın. Sen ki Charlize gibi bir kadının "Ayna ayna söyle bana..." soru kalıbının alternatif cevabısın, bu cevaba layık olma halini biz yemedik, sen kendini 15 yaş sınırını geçmemiş ergenlere beğendir anca.

Sonuç: Mirror Mirror, gerçekten eğlenceli bir film. En azından görkemli kostümler, komikleştirilmiş karton tiplemelerle belirgin oranda bir eğlencelik sunuyor. Mizahî yönü iyi. Ancak Snow White And The Hunstman daha karanlık bir uyarlama olma çabasıyla kör kuyulara giresice bir film. Gir de ordan çıkma e mi!

Viridiana'yı anmak


"İşte sanat budur" demek için Viridiana'yı izlemek yeterli.  Yıkan, yaralayan, çarpan bir göstergeciliği var filmin. Yine bir "güzelleme" ile karşı karşıya kaldığınızı ilk sahnesinden anlıyorsunuz. Bir din güzellemesi, toplum güzellemesi... Toplumu inşa eden insanların güzellemesi.

Her çeşit filmi izlemeye açık olmama rağmen, filmle sinema kavramının birbirini tamamlaması gerektiğini düşünmüşümdür. Tamamlayan az ve öz sayıda film olması bile, sinemanın bir sanat olduğunu gösteriyor insana. O, sadece temelinde teknoloji yatan, ard arda fotoğrafların sıralanması, ses ve müzikle beslenmesi üzerine kurulu bir "şey" değil. Sinemayı sanat yapan bambaşka özellikleri var ve açıkçası beni bunlar ilgilendiriyor. Kendi kuramını oluşturması, kendi dilini yaratması. Görüntülerin bir dile dönüşmesi ve izleyicinin de bunu görüp okuması... Sinema bu anlamda büyük bir güç. Tabii ki herkesin Tarkovski, Bergman, Bunuel, Metin Erksan (ve daha adını saymakla bitiremeyeceğimiz kendi sinemasını yaratmış onca sanatçı) olması beklenemez; beklenmemeli de. Ancak bu isimlerin varlığı bile, sinemayı "sanat" yapmaya yeter.


***Spoiler ***

Gelelim Viridiana'ya... Film at yapı itibarıyla eğretilemeler üzerine kurulmuş ancak bunları çözümlemek zor değil. Bunuel'in keskin okları her yönden geliyor bu saldırıya da açık olmak lazım. Yön göstermeyen, tespitte bulunan ancak tespitleri de umut vaadetmeyen bir film Viridiana.Başrolün adı Viridiana... Çizilen karakter, kendini dine adamış bir kadın. Amcasının yanına gitmesi filmin açılışı... Zaten geri dönüş de yok bu yolculuktan. Saf bir inanca bürünmüş bir kadın tiplemesi karşımızdaki ve film boyunca yoksullara yardım etmekten kaçınmıyor, hatta onlara yer açıyor, yemek veriyor, işlemelerine yardım ediyor. Aldığı karşılık en amiyane tabirle "besle kargayı oysun gözünü" şeklinde gerçekleşiyor. Buraya kadar yazdıklarım filmin görünen dramatik yapısı.

Viridiana'nın cinsel yönden uyanışı, "toplumun genel görünümü" diye nitelendirebileceğimiz eve alınan yoksul kimselerin birbirleri arasında geçen konuşmalar ve bunların davranışları adım adım filmin temel yapısını oluşturuyor. Özellikle Viridiana ve yakınlarının evden uzaklaştıkları bir günü fırsat bilip eve giren ve kendilerine ziyafet çeken "yoksul takımının" (başka bir adlandırma bulamadım, sadece filmin genel yapısına binaen böyle söylüyorum yanlış anlaşılmasın) resmen tiksinti yaratan halleri ve o ünlü fotoğraf sahnesi insanın kanını donduran cinsten. Tüm sahne boyunca özellikle Hristiyanlığa yapılan atıflar ve iğnelemeler, filmin çözümlenmesi aşamasında en öncelikli yer tutan bir yön kanımca.

Viridiana'nın sondaki teslimiyeti, kendini bir nevi arzunun kanatlarına atması olarak bile yorumlanabilir. Filmde açıkça beyan edilmeyen yönlerden biri de zaten Viridiana'nın kadın kimliğine dönüşü. Bunları ufak nokta atışlarıyla yakalayabiliyorsunuz. Ancak son sahne her şeyi kabullenme açısından umutsuzluğa doğru bir yol alışı simgeliyor.

Bu film hakkında konuşmak gerekli. İçinde yeni açılımlar saklayan her türlü sahnesiyle insanlık dersi, sanat dersi vs açısından abartarak söylediğimi biliyorum ama yere göğe sığdırılamayacak yapıda bir film Viridiana.

10 Haziran 2012 Pazar

"Onu duydun, ben yıldızım."


Sonunu başından öğrendiğimiz bir filmdir Sunset Boulevard. Havuzda dibe bakan bir ceset anlatacaktır bize altı aylık bir süreci. Peki bu cinayet neden işlenmiştir? Basit bir polisiye filmin sorabileceği bu kısacık soru cümlesi bize filmin eşsiz kişiliği Norma Desmond'ı anlamanın kapılarını açacaktır bir bir.

İlkin evine bakarız Norma'nın. Her yanda fotoğrafları vardır. Kendine bakmayı - daha çok baktırmayı pek tabii- sever hatta müthiş bir aşk dıyar. Yeniyi kabullenmez, başka bir deyişle eskimeyi. Oysaki müthiş bir kuraldır bu: yaşın ilerledikçe unutulursun bu sanayide. W.Holden, "sen elli yaşında bir kadınsın." der Norma'ya "bunun kötü bir tarafı yok, 25 yaşında gibi davranmıyorsan tabii"

 







Peki bu müthiş his, unutulmak korkusu nereden kaynaklanmaktadır? Norma'nın delilik derecesinde, düpedüz saplantılı kişiliği neden bu yeni düzeni kabul etmemekte? Yoksa Billy Wilder'ın söyleyeceği, duyuracağı acımasız Hollywood koşulları mıdır yer yer zavallı bile dediğimiz Norma'nın bedeninde ve ötesi kişiliğinde?
Bunun cevabını hepimiz tahmin edebiliyoruz. Şimdiye kadar pek çok şey çizildi, yazıldı bu film ve Hollywood kanunları hakkında. Peki bu filmi ölümsüz kılan ne?Görüntüler, müzik, oyunculuk, sert eleştiri... Hepsi tek kalemde birleşiyor ve film, tüm söylenenler bir noktada buluşuyor: Norma Desmond...
Keşfedilen, yüceltilen sonra yalanlarla beslenen bir insan o. Tam bir star örneği. Günümüzde de pek sık örneğini gördüğümüz birçok oyuncunun kaderinin en uç göstergesi.
Gloria Swanson müthiş bir ironiyle hayat veriyor aslında karakterine. Kendisi de sessiz gelenekten gelmiş, o dönem unutulmaya, aranmamaya başlamış bir kadın. Belki de hıncını böyle almış; en unutulmaz kadın performanslarından birini vererek.
Filmin finalindeki iç burkucu kara mizah doruğa yükselmekte. Norma yine aynaların önünde. Onun aşkından kariyerini terk eden yönetmen son filmine imza atıyor ve "motor"!

"Yakın plan çekimim için hazırım" diyen Norma'Nın kameraya yürüyüşü. Kendi yaşadığı gerçeklikle acınası gerçeklik arasında kurulan bağlantı...

9 Haziran 2012 Cumartesi

Payne'i arıyorum şarap tadında




"Ben küçük bir filmim, anlattıklarım sade ve yalın gel gör ki aslında neler söylüyorum" cinsinden hem eğlenilebilecek hem de ironisinden tad alınabilecek güzel bir yapım Sideways.

***Spoiler***

İşte benim bittiğim sahne... Miles, kitabının basılmayacağını öğrenmiş ve bi kova şarabı başından aşağı dikmiştir. Jack, Miles'ı kelle paça dışarı çıkarır ve konuşma anı gelir

Jack: Yenisini yazarsın, bir sürü fikrin var.
Miles: Hayır, ben bittim. Ben yazar değilim, İngilizce öğretmeniyim. Benim ne söylediğim dünyanın umrunda değil. Gereksizim. O kadar önemsizim ki, intihar bile edemem.
Jack: Miles, bu da ne demek oluyor?
Miles: Anlasana. Hemingway, Sexton, Plath, Woolf... Kitabın yayınlanmadan önce kendini öldüremezsin.
Jack: Peki, ya Confederacy on Dunces'ın yazarı? O, kitabı çıkmadan intihar etti. Bak şimdi nasıl ünlü.
Miles: Teşekkürler.

(Bu Jack adamı deli eder ya ) devamı:

Miles: Bir gökdelenin camında kalan parmak iziyim. Milyonlarca ton lağımla birlikte denize akan bir tuvalet kağıdına bulaşmış dışkıyım.
Jack: Bak gördün mü? Ne güzel söyledin. "Denize akan..." Ben asla böyle söyleyemem.
Miles: Ben de. Galiba bunu Bukowski söylemişti

***Spoiler***

Alexander Payne, insanlık hallerinin şairidir. Onun filmlerinde sadece görüneni değil, görünenin ardındakini sorgulamak gerekiyor. Çünkü Payne aslında "sen"i anlatır. Tabii ki bunu yaparken çok çok iyi bir gözlemci olduğunu yazdığı her satırda bize hissettirir. Sideways de böyle bir film. Payne'nin önceki filmlerine oranla daha umut taşıyan bir film belki de. Ancak bu komikliğe yakın oluşundan da geliyor. Buradaki komiklik yine insanlık hallerinden doğuyor tabii. Ancak karamsar bir dokunuş yok bu filminde, o yüzden belki o umut hissediliyor. 

Önceki filmi About Schmitt tabii ki eğlence arayan, popcorn tarz bir beklenti içinde olan seyirci kitlesini çekmeyecektir. (yanlış anlaşılmasın bu sadece bir tercihtir ve sinemaya bakışımızla alakalıdır. İçinde hiçbir küçümseme yoktur) Ancak "sorgu" dediğimiz insanın varolmasına, gerçeğine, hallerine dair filmler ilginizi çekiyorsa Payne filmleri birebir tanışmanız gereken filmlerdir. Tabii ki başka yönetmenler de var. Yönetmenler diyorum sadece filmler değil. Çünkü Payne gibi yönetmenler sadece filmi çekip eğlenmenizi sağlamazlar. Onlar sadece film çekmez. Sizi sorgulamaya davet eder. Film biter ama kafanızda devam eder. Sideways de böyle bir filmdir. Film siz olur, siz film. Yönetmen koltuğuna siz geçersiniz ve diyalogların sadeliği ve cazibesi sizi cezbeder. O kadar benden, senden, ondan ki... Yarattığı umutsuzluk-umut-anlaşılamama--karamsarlığın yaydığı komiklik vs. hallerin yorumlanması ve hayat bulan karakterler... Özellikle bu kez Jack karakterine dikkat ettim ve tabii ki T.H. Church'e. Öylesine ince bir yerden yakalamış ki Jack'i. Duruma göre kaypaklık yapabilen, anlamını zevklerde arayan, içine düştüğü zor durumlarda ayakta kalmak yerine çökmeyi, zırlamayı ve sürekli yardım dilenmeyi tercih eden bir adam... Müthiş keyifli, bir o kadar can sıkıcı, gıcık, yer yer adi... Harika bir karakter yaratımı her şeyden evvel. Tabii ki romanın senaryolaştırılmasında ince ayrıntıları gözden kaçırmayan Payne ve ortağının işini bilir halleri bu etkileyicilikte birincil sebep... Miles ayrı bi olayzaten, onu ayrı ele almak gerek. En kısa zamanda filmden almış olduğum Jack-Miles diyaloglarından birini buraya aktarayım. Müthiş farklılık, uçurum, anlayış... İki karakterin bu denli zıt ama özünde insan olma halleri...


Diğer filmlerine oranla, daha kolay izlenebilirlik ölçüsü olduğu kesin Sideways'in. Çoğu insanın ilgilenebileceği tarzda bir hikayesi var. Hiç olmadı film şaraplar için bile izlenebilir. Peki hepsi bu mu? Tabii ki hayır.
Orta sınıf Amerikan vatandaşlarının dünyasına daha çok ümitsizlik, karamsarlık açısından bakan; genel olarak da ironik bir yapı çizen Payne filmlerinin tadı tabii ki bu filmde de var. Ancak biraz daha yumuşatılmış bir biçimde. Kendi adıma filmi çok sevdim. Zaten Paul Giamatti'nin varlığı ve Miles karakterine tam manasıyla "cuk oturmuş" havası vermesi harika bir seçim olduğunun göstergesi. Zaten filmdeki ironik unsurlar Miles karakteri ile bir nevi onun zıddı Jack (Thomas Haden Church) arasında geçen diyaloglar ve vücud gilinden ileri gelmekte.

Filmde, şaraplarla ilgili o kadar detay var ki; izlemeden bilseydim ilgimi çekeceğini düşünmezdim. Ama Payne'nin tercihleri fazlasıyla yerinde. Özellikle bu bölümlerde kullanılan anlatım teknikleri filme biraz da belgesel havası veriyor. Sanki bir anda yabancılaşıyorsunuz filme; başka bir film izliyorsunuz ama kesinlikle kopmuyorsunuz ana karkaterlerden.

Film izlendikten sonra çok iyi karkater tahlilleri yapılabilir ki bu çok güzel işlendiklerini gösteriyor. Filmin kitaptan senaryolaştırılması bir etken tabii ama Alexander Payne ve Jim Taylor (yanlış yazmış olabilirim) çok yerinde diyaloglarla senaryo ödüllerinin hakkını vermişler.
Sonuçta filmin gerçekten hoş bir senaryosu, güzel görüntüleri, bunlara eşlik eden hoş ve sade bir anlatımı var. Yine dingin bir film ancak diğer Payne filmlerinden farklı olarak karamsarlığın boyutlarında yumuşama var.