27 Ocak 2014 Pazartesi

Savaşa çocuk gözüyle bakmak...

*Evrensel Kültür dergisinde yayımlanan yazımdır.

2003 yapımı Barbarların İstilası (Les Invasions Barbares, yönetmen Denys Arcand) filminde “İnsanlık tarihi vahşetin tarihidir” cümlesi geçer. Bu cümle alır götürür sizi ve aklınızın gidebildiği, bilginizin erebildiği kadar olsa bile tarihi sorgulatır. Belki filmin tek bir cümlesidir bu ancak tüm tarihi özetler niteliktedir. Çünkü insanın insana yaptığını başka bir tür –en azından aklını kullanabilen- yapmaz, yapamaz.

Tarihin görüp görebileceği en acımasız yıkımdır savaş. Tarihin tozlu yapraklarına kaldırılmış veya hâlâ dünyanın çeşitli yerlerinde sürmekte olan gerek fiziksel gerek ruhsal şiddet içeren savaşlara, çatışmalara, yıkımlara, acımasızlıklara tanık olduk ve oluyoruz. Bunlar demokrasi adına yapılıyor, bazen hamaset duygularının kabarması sonucu gerçekleşiyor ve ne acıdır ki dünyadaki toprakları paylaşamayan insan, bir diğerinin hakkına tecavüz edebiliyor. Üstelik kendi de dahil olmak üzere en geçerli hakkın üzerini çiğneyerek, yok sayarak yapıyor bunu. Yani “Yaşama hakkı”... Muktedir olanın ezilene uyguladığı her türlü şiddeti bir savaşma hali olarak kabul edersek, geçmişten günümüze insanlığın her daim bir çırpınma, savaşma içinde olduğunu görebiliriz. Tabiî bunca kıyımın içinde yok olan hayatlar, geleceğin büyükleri ve iktidar kurucuları çocuklar... Daha doğduğu andan itibaren şiddetin içinde kavrulan ve gördüğünü doğru belleyip o yolda bir hayat kuran minik bedenler...

1989’da kabul edilen ve 1990’da yürürlüğe giren “Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi”nin 38. maddesi şöyle der: “Taraf devletler on beş yaşından küçüklerin çatışmalara doğrudan katılmaması için mümkün olan tüm önlemleri alacaktır.” Belki çocukların savaşa doğrudan katılmaları bu sözleşmeye göre engellenebilecektir peki ya savaşı gören, duyan, yaşayan küçük bedenlerin savaşın her türlü halini yaşamaları nasıl engellenecek? Bunun mümkünü var mıdır?


Savaşın çocuk ve gençler üzerindeki etkisi pek çok kez bilimsel nitelikli makalelere, özellikle psikoloji dalının araştırma konularına malzeme olmuştur. Psikolojiden yola çıkarak şu tespiti görebilmemiz önemli: “Korku, bireyin kendini tehlikelerden korumasını ve hayatta kalmasını sağlayan zihinsel bir mekanizma olarak işlev görür. Ancak, bu korku başa çıkılamayacak kadar şiddetli bir hal aldığında bireyin zihnine ayrıntılı bir şekilde kazınan tehdit edici durum artık onun için travmatik bir yaşantı niteliği taşır. Bu bağlamda, yoğun korku, güvensizlik ve çaresizlik duygularıyla başa çıkmada bilişsel ve duygusal yetileri henüz oldukça kısıtlı olan çocuklar için savaş yaşantılarının travmatik bir etki yaratacağı söylenebilir.” (Gülse Erden, Gökçe Gürdil, “Savaş Yaşantılarının Ardından Çocuk ve Ergenlerde Gözlenen Travma Tepkileri ve Psiko-Sosyal Yardım Önerileri” Türk Psikoloji Yazıları, Aralık 2009, 12 (24), 1-13.) Bu doğruları, tespitleri bilimsel niteliği olan yazılardan okumakla roman, hikâye gibi etkileyiciliği yüksek kurgu anlatılardan okumamız arasında farklar olacaktır elbette. Peki ya sinemanın perdeye yansıttıklarında görmek, dinlemek o çocukların hikâyelerini!



Çocuklar savaşta çocuk asker olarak kullanılmalarının yanında casus, haberci, gözcü veya propaganda aracı olarak da kullanılagelmişlerdir. Tabiî ki savaşın perdeye yansıyan halleri içinde de çocukların bu tür görevleri üstlendiklerini görebiliriz. Hatta casus olarak aklımıza hemen küçük Ivan gelir. Ivan’ın Çocukluğu (Ivanovo Detstvo, yönetmen Andrey Tarkovskiy, 1962) adlı filmde annesi ve kız kardeşi Naziler tarafından kurşuna dizilen ve babası da yine savaşta ölen on iki yaşındaki Ivan’ın öyküsüyle karşılaşırız. Filmin ismindeki “çocukluğu” ifadesi hiç çocuk olamamış bedenleri anlatmak için seçilmiş gibidir adeta. Çünkü onlar gibi savaşı yaşayanların hayatları filmde aslında askerlerin sığınak olarak kullandığı kilise duvarında yazan şu cümleyle özetlenmiştir: "8 kişiyiz. Hiçbirimiz 19 yaşından büyük değil. Bir saat içinde kurşuna dizileceğiz. İntikamımızı alın." Düşlerin, savaşın acımasız gerçekliğiyle adeta savaşım halinde olduğu filmde Ivan, yaşının ve bedeninin küçüklüğüne rağmen çocuk olamayanları çok iyi göstermiştir bizlere. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi saldırılarına uğrayan ülkelerin çocuklarından biridir Ivan, peki ya Nazi Almanyasının çocukları?

Roberto Rossellini, 1948 yılında çektiği Almanya Sıfır Yılı’nda (Germania Anno Zero) gerçek mekânları kullanır. Yani İkinci Dünya Savaşı’nın arda kalan yıkıntıları arasında Almanya sokaklarında dolaştırır bizi. Hikâyesini anlattığı Edmund küçük hayatına büyük bir savaşı sığdırmış bir çocuktur. Savaşın ardından neredeyse yerle bir olmuş Berlin’de hasta babası, ağabeyi ve ablasıyla birlikte yıkık dökük bir hayatı sürdürmeye çalışan Edmund’un gözünden bakarız savaşın sonrasına. Üstelik ortada yeniden bir canlandırma hali de yoktur, çünkü dediğimiz gibi Rossellini gerçek görüntüler kullanmıştır filminde. Neredeyse bir belge-film niteliği bile taşır bu yönüyle film. Bu filmin bir başka değeri de savaşın müsebbibi olan taraftan bakılmasıdır savaş denen cinnet haline. Edmund’un günlerini başıboş, orda burda geçirmesi; dahil olamadığı ortamlardan dışlanması, kendine amaç edinememesi hep bir savaş sonrası yıkımın ve nedensizliğin dışavurumudur. Bir gün karşılaştığı öğretmeniyle arkadaş olabileceğini zannedip kendi dünyasının yıkıntılarınndan bahseden Edmund, yatalak babasından öğretmenine söz açınca, öğretmeni ona Nazizmin “işe yaramayanların yok edilmesinde sakınca yoktur” tarzı çarpık düşüncesini hayatın gerçeği gibi anlatır. Sonrasında babasının ölümüne neden Edmund’un vicdan muhasebesi ve filmin sonunda onu bekleyen ölüm, aslında koskoca bir savaşa neden olan düşüncenin küçük bir bedende yarattığı yıkımı anlatabilmesi açısından trajiktir. Edmund’un ölümünü “Kaldırımda yatan cansız bedeni, bütün değerleri altüst eden Nazizm'in yol açtığı çöküşün mahkeme ilâmıdır sanki” ( Rekin Teksoy, Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi, Oğlak Yayınları, s.219.) sözleriyle dile getiren Rekin Teksoy, küçük bir çocuk üzerinden bir dönemi alt üst etmiş bir fikrin çöküşünün nasıl anlatıldığının altını çizer.

Sancılı coğrafyalarda çocuk olmak

Tarihin kıvrımlarında epey zor zamanlar geçirmiş coğrafyalar vardır elbet. Ancak başından bela bulutları gitmeyen, adeta acı çekmek için bir araya gelmiş topraklar, bir başkasının yükünü kambur gibi üzerinde taşıyan ve buna alıştırılan coğrafyaların insanları her daim içinde yaşadıkları acıları adeta içselleştirmişlerdir. Onların acısı var olmanın adeta gerekliliği gibi gösterilmiştir yüz yıllar boyu. İnsan belki de sadece yaşadığına inanmaya başlar hale gelir. İşte öyle topraklardan kopup gelen hikâyeler daha bir iç acıtıcıdır. Bahman Ghobadi’nin 2004’te yazıp yönettiği Kaplumbağalar da Uçar (Lakposhtha Parvaz Mikonand) tam da o acıların içinden seslenir izleyicisine. Türkiye-İran sınırında bir Kürt mülteci kampında, Amerika’nın saldırılarına az bir süre kala başlayan film, küçük yaşlarına rağmen hayatın tüm acımasızlıklarına şahit olmuş çocukları anlatır: Mayın toplayarak hayatını kazanmaya çalışan çocukları... Erkek çocukların ellerini, kollarını, bacaklarını kaybettikleri; kızların erken yaşta –çoğunlukla tecavüz yoluyla- annelikle tanıştıkları yani omuzlarına taşınmayacak kadar yük binenlerin yaşadıkları bir coğrafyadır burası. Derler ki Kaplumbağalar da Uçar bir Kürt hikâyesine dayanır. Hikâye şöyledir:

"Göl kenarında yaşayan bir kaplumbağa, çevresindeki kuşları sürekli izler, onlara imrenir. Zaman geçtikçe bu kuşlarla arkadaş olur ve duygularını onlarla paylaşır. Kaplumbağanın isteği yaşadığı gölün diğer tarafına gitmektir; ama kendisi de bilir ki gidecek olsa bu gezi onun için bir ömür sürer. Kaplumbağa ‘Keşke ben de sizin gibi uçabilseydim’ der kuşlara. Kaplumbağanın bu dileğini yerine getirmek isteyen kuşlar da ‘Uçabilirsin!’ derler kaplumbağaya. ‘Kaplumbağalar da uçar!’ Bir dal bulan iki kuş, kaplumbağayı karşıya geçirmek için iki yanından tutarlar ve kağlumbağaya ‘Tek yapman gereken dalı sıkıca ısırmak’ derler. Isırır kaplumbağa ve yükseldikçe yükselirler, uçtukça uçarlar. Ama kaplumbağa korkar yükseklerden ve heyecanla bağıracağı an, çenesi açılıverir. Böylece suya düşer; yani ait olduğu yere, kendi yavaş, imkânsız hayatına. O da yüksekler için yaratılmadığını, kuşlar gibi olamayacağını anlar." Filmin anlattığı çocuklar da birer kaplumbağadır aslında. İsterler ki daha güzel günler görebilsinler. Ancak bir mayın koparır alır her defasında bir organlarını, bazen bedenlerinin tümünü. Bağlar onları yaşadıkları çamurlu toprakların balçıklarına. Gittikçe daha da gömülür ayakları çamura. Bize de ne yazık ki bütün acılara ve savaşlara amansız yakalananların hep çocuklar olduğunu bir kez daha idrak etmek düşer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder