15 Aralık 2012 Cumartesi

Aysel Git Başımdan seni hatırlatıyor Attilâ İlhan



Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.

Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim için kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Islığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.

Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm, karanlığım biraz, çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum...


Attilâ İlhan

3 Aralık 2012 Pazartesi

NYFCC böyle buyurdu

New York Film Eleştirmenleri Ödülleri (New York Film Critics Circle Awards)

En İyi İlk Film: How to Survive a Plague Yönetmen: David France
Kurgu Olmayan En İyi - (Belgesel): The Central Park Five Yönetmen: Ken Burns, Sarah Burns, David McMahon
Görüntü Yönetimi: Greig Fraser - Zero Dark Thirty
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Sally Field (Lincoln)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Matthew McConaughey (Bernie & Magic Mike)
En İyi Animasyon: Frankenweenie
En İyi Yabancı Film: Amour
En İyi Senaryo:Tony Kushner - Lincoln
En İyi Kadın Oyuncu: Rachel Weisz - Deep Blue Sea
En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis - Lincoln
En İyi Yönetmen:Kathryn Bigelow - Zero Dark Thirty
En İyi Film:Zero Dark Thirty


1 Aralık 2012 Cumartesi

Avrupalı Amour dedi

Bir ay önce duyurulan adayların ardından Avrupa Film Ödülleri bu akşam sahiplerini buldu. Bir Zamanlar Anadolu'da filminin en iyi film, yönetmen, görüntü yönetimi dallarında aday olduğu; kısa film kategorisinde de Rezan Yeşilbaş'ın Sessiz'inin yarıştığı ödüller aşağıdaki gibi neticelendi. Listede bazı eksikler var ancak ana dallardaki görüntü böyledir efenim:




Film: "Amour"
Yaşam Boyu Başarı Ödülü: Bernardo Bertolucci
Yılın Kadın Oyuncusu: Emmanuelle Riva, "Amour"
Yılın Erkek Oyuncusu: Jean-Louis Trintignant, "Amour"
Halkın Seçimi: "Come As You Are"
Sanat Yönetimi: Maria Djurkovic, "Tinker Tailor Soldier Spy"
Kurgu: Joe Walker, "Shame"
Yönetmen: Michael Haneke, "Amour"
Müzik: Alberto Iglesias, "Tinker Tailor Soldier Spy"
Görüntü Yönetimi: Sean Bobbitt, "Shame"
Avrupa’dan Dünyaya : Helen Mirren (bu kategori nasıl adlandırılı bilemedim, Avrupa'nın dünya sinemasına bahşettiği yetenek vs gibi yorumlanabilir sanırım)
Belgesel: "Winter Nomads"
Senaryo: Thomas Vinterberg, Tobias Lindholm, "The Hunt"
Avrupalı Keşif: "Kauwboy"
Animasyon: "Alois Nebel"
Kısa Film: "Superman, Spiderman or Batman"

27 Kasım 2012 Salı

Sezonun ayak sesleri: Indipendent Spirit Ödülleri - Adaylar




En iyi Fİlm:
Beasts of the Southern Wild
Bernie
Keep the Lights On
Moonrise Kingdom
Silver Linings Playbook

Yönetmen:
Wes Anderson - Moonrise Kingdom
Julia Loktev - The Loneliest Planet
David O. Russell - Silver Linings Playbook
Ira Sachs - Keep the Lights On
Benh Zeitlin - Beasts of the Southern Wild

Senaryo:
Wes Anderson & Roman Coppola - Moonrise Kingdom
Zoe Kazan - Ruby Sparks
Martin McDonagh - Seven Psychopaths
David O. Russell - Silver Linings Playbook
Ira Sachs - Keep the Lights On

İlk film:
Fill the Void
Gimme the Loot
Safety Not Guaranteed
Sound of My Voice
The Perks of Being a Wallflower


İlk senaryo:
Rama Burshtein - Fill the Void
Derek Connolly - Safety Not Guaranteed
Christopher Ford - Robot & Frank
Rashida Jones & Will McCormack - Celeste and Jesse Forever
Jonathan Lisecki - Gayby

John Cassavetes Ödülü
Breakfast with Curtis
Middle of Nowhere
Mosquita y Mari
Starlet
The Color Wheel

En İyi Kadın Oyuncu:
Linda Cardellini - Return
Emayatzy Corinealdi - Middle of Nowhere
Jennifer Lawrence - Silver Linings Playbook
Quvenzhané Wallis - Beasts of the Southern Wild
Mary Elizabeth Winstead - Smashed

En İyi Erkek Oyuncu:
Jack Black - Bernie
Bradley Cooper - Silver Linings Playbook
John Hawkes - The Sessions
Thure Lindhardt - Keep the Lights On
Matthew McConaughey - Killer Joe
Wendell Pierce - Four

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Rosemarie DeWitt - Your Sister’s Sister
Ann Dowd - Compliance
Helen Hunt - The Sessions
Brit Marling - Sound of My Voice
Lorraine Toussaint - Middle of Nowhere

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Matthew McConaughey - Magic Mike
David Oyelowo - Middle of Nowhere
Michael Péna - End of Watch
Sam Rockwell - Seven Psychopaths
Bruce Willis - Moonrise Kingdom

Görüntü Yönetimi:
Yoni Brook - Valley of Saints
Lol Crawley - Here
Ben Richardson - Beasts of the Southern Wild
Roman Vasyanov - End of Watch
Robert Yeoman - Moonrise Kingdom

Belgesel:
How to Survive a Plague
Marina Abramović: The Artist is Present
The Invisible War
The Waiting Room

En İyi Yabancı Film:
Amour (Fransa)
Once Upon A Time in Anatolia (Türkiye)
Rust And Bone (Fransa - Belçika)
Sister (İsviçe)
War Witch (Kongo)

Perde aralansın, ödül sezonu başlasın




Evet ortam yavaş yavaş ısınıyor. Şubat sonuna kadar sürecek aday açıklama-ödül dağıtma programlarıyla günlerimizi şenlendirecek ödül sezonu artık başladı diyebiliriz. 26 Kasım'da dağıtılam Gotham Ödülleri, Independent Spirit kadar olmasa da heyecan yapmamızı sağlayabilir. Independent Spirit demişken, bu akşam da onun adayları açıklanacak. Adayları duymazdan evvel, Gotham'ın ödüle değer bulduklarına bakalım:

En İyi Film alanında Bernie,The Loneliest Planet, The Master,Middle of Nowhere gibi filmleri geçerek "Moonrise Kingdom" ödüle koştu. Ne diyelim, Osca için senayo adaylığı kapı aalığında duruyor. Independent'ten gelecek haberlere göre film klasmanında koşuya katılabilir bu Anderson güzellemesi.

En İyi Çıkış Yapan Yönetmen adayları şöyleydi:
Antonio Méndez Esparza (Aquí y Allá-Here and There)
Benh Zeitlin (Beasts of the Southern Wild)
Brian M. Cassidey, Melanie Shatzky (Francine)
Jason Corlund, Julia Halperin (Now, Forager)
Zal Batmanglij (Sound of My Voice)
Buradan bu yılın gözde bağımsızlarından Beasts of the Southern Wild sıyrıldı ve Benh Zeitlin ödüle ulaşan isim oldu.

En İyi Çıkış Yapan Oyuncu
Mike Birbiglia (Sleepwalk with Me)
Emayatzy Corinealdi (Middle of Nowhere)
Thure Lindhardt (Keep the Lights On)
Melanie Lynskey (Hello, I Must Be Going)
Quevenzhané Wallis (Beasts of the Southern Wild)

Emayatzy Corinealdi buradan sıyrılan isim oldu Middle of Nowhere ile.

Yakın Sinemalarda Olmayan En İyi Film
Kid-Thing
"An Oversimplification of Her Beauty"
Red Flag
Sun Don't Shine
Tiger Tall in Blue

En İyi Toplu Performans
Bernie
Moonrise Kingdom
Safety Not Guaranteed
Silver Linings Playbook
"Your Sister's Sister" ilginç bir şekilde bu kategoriden çıkan isim oldu. Gerçi filmi izlemedim ama diğer aday filmler arasında Silver Linings Playbook ve Moonrise Kingdom bu yılın ödüllenen ve ödüllenmeye devam edecek olan yapımları.

En İyi Belgesel adayları ve kazanan:Detropia,How to Survive a Plague, Marina Abramavic: The Artist is Present, Room 237, The Waiting Room

3 Kasım 2012 Cumartesi

Cloud Atlas Üzerine...





Malum, bu yıl en fazla beklediğimiz filmlerden biriydi Cloud Atlas. Böyle başlayınca birden kendimden şüpheye düştüm filmi kötüleyecekmişim gibi hissettim. Çok beklenti her daim hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor biliyorsunuz. Hadi hayal kırıklığı demeyelim de, “bu muydu?” ifadesini yakıştıralım beklentilerimizi bulamadıklarımıza.

Cloud Atlas her yerde yazıldığı gibi, evet altı hikâye ve yan küçük tiplemelerin bazı bazı “ne işleri var bunların burada?” dedirten anlar sunuyor izleyiciye. Bunları defalarca yazmaya gerek yok. Hatta yönetmenlerinin önceki işleri vs vs yazıları şişiren cümlelerden de kaçınıyorum müsaadenizle. Benim bahsetmek istediğim Cloud Atlas’ın düşündürdükleri...

Evet, ilk önce çevremizin farkına varıyoruz ters bir şeyler olduğunda. Tepkilerimizin veya tepkisizliğimizin karşılığını ilk önce çevremizden alıyoruz. Sonra bu çember büyüyor büyüyor. Bakıyoruz ki dünya bir döngünün içinde aslında. Düzenin kurulması böyle bir şey olsa gerek. Tabiî her daim düzenin dışına çıkmak isteyen, soru soran, hatta anarşist yaftasıyla imlenen kişiler olur. Bazen bunlar sadece “koskoca okyanusta birer damladır” ama “okyanus da damlalardan oluşmaktadır” değil mi? Kocaman denizde her türlü damla vardır ama. Ve maalesef yerini sağlamaya almayı seven, garantici damlalar daha yoğunluktadır. Oysaki yoğunlukları sadece fazlalıkla anlamlandırılabilir. Esas yoğun, derin olan ve asırlar geçse de iz bırakan damlalar diğerleridir; fark yaratanlar yani. Bazen onların adı Somni 451’dir, bazense Adam. Kimi zaman tanrılaştırılırlar, kimi zamansa birilerinin hayatında ufak da olsa neticeleri büyüdükçe büyüyen bir fark yaratırlar.

Cloud Atlas’ın en ileri zamanında geçen değil de geleceğin Güney Koresinin distopik dünyasında geçen hikâyesi, yukarıda söylediklerimi en çok söyleten bölüm. Hatta Somni 451’in Arşivci ile yaptığı konuşma/itiraf/söylev (ne dersek diyelim) bölümlerinde Fahrenheit 451’in o iç acıtıcı ama umut veren atmosferine doğru yolculuk yapıyoruz ister istemez. Kitapların / yazarların yasak olduğu bir zaman diliminde dilediğince örnek cümle kullanan Somni 451, Guy Montag’ı hatırlatmadı mı size?

Filmin genelinde karşımıza gerek kötü gerekse iyi halleriyle çıkan Tom Hanks’in sanırım en uzun süreli rolü Zachry; ezelden ebede arada kalmışlığı ve hesaplaşmayı yaşatıyor izleyiciye. Kendi kötüsüyle ettiği sohbetler unutulmaz klasik Faust’u anımsatıyor. Faust’un Mefistofeles’le konuşmalarının hatırlatıcısı gibi olan sahneler, insanlığın ezelden ebede yaşadığı ve içine hapsolduğu ikilemleri yaşatıyor izleyiciye. Hugo Weaving tarafından canlandırılan kötünün adının Boardman Mephi olması bu atfı daha açık hale getiriyordur sanırım. İrade, güç, güçsüzlük, kötülük, iyilik gibi kavramları Zachry’nin bünyesinde eritiyor film ve sanırım en yaşayan karakter de Zachry oluyor bu yönüyle.

Biraz dağınık gidiyor yazı, biliyorum ama Cloud Atlas’ın da böyle bir yapısı var. Kitabın bölümlerinin tek tek gittiği ve her hikâyenin yüz sayfa kadar sürdüğü söyleniyor. Filmde hikâyeler birbirine eklemlen(eme)miş halleriyle karşımızdalar. Dolayısıyla kafa karışıklığı ve dağınıklık yaratmaları doğal.

Yaptığımız en ufak bir hareketin geleceği şekillendirdiğini düşündürmek insana belki de kaldırabileceğinden fazla sorumluluk yüklemek demek. Belki de o yüzden geçmişte yaptığımız hataları tekrar edip duruyoruz. Bilincimizi doğumla işlenmeye başlayan boş bir alan sanarak yaşamımız boyunca birikim yaratmaya çalışıyoruz. Oysaki kollektif bilincin bizimle doğmadığını ve bizimle de ölmeyeceğini söyleyen Cloud Atlas, zamanlar arasılığın altını koyu cümlelerle çiziyor. Evrenin her zerreciğe ihtiyacı var, yeter ki o zerrecikler bunun farkında olsun. Peki bu farkındalık nasıl sirayet edecek insanlara? Kim bilir belki etmiştir bile ve belki bu yazıyı okuyan biri inanmıştır bile söylenenlere.

Avrupalı seçiyor



Avrupa Film Adayları:
Barbara
Cesare Deve Morire
Jagten
Amour
Shame
Intouchables


Yönetmen:
Nuri Bilge Ceylan (Bir Zamanlar Anadolu’da)
Michael Haneke (Amour)
Steve McQueen (Shame)
Vittorio ve Paulo Taviani (Cesare Deve Morire)
Thomas Vinterberg (Jagten)

Erkek Oyuncu:
François Cluzet, Omar Sy (Intouchables)
Michael Fassbender (Shame)
Mads Mikkelsen (Jagten)
Jean-Louise Trintignant (Amour)
Gary Oldman (Tinker Tailor Soldier Spy)

Kadın Oyuncu:
Emilie Dequenne (E Perdre La Raison)
Nina Hoss (Barbara)
Emanuelle Riva (Amour)
Margarethe Tiesel (Paradies:Liebe)
Kate Winslet (Carnage)

Senaryo:
Michael Haneke (Amour)
Christian Mungiu (Dupa Dealori)
Olievier Nakache ve Eric Toledano (Intouchables)
Roman Polanski ve Yasmina Reza (Carnage)
Thomas Vinterberg ve Tobias Lindholm (Jagten)


Görüntü Yönetimi / Sinematografi
Sean Bobbitt (Shame)
Bruno Delbonnel (Faust)
Darius Khondji (Amour)
Gökhan Tiryaki (Bir Zamanlar Anadolu’da)
Hoyte van Hoytema (Tinker Tailor Soldier Spy)

**Kısa film dalında da Rezan Yeşilbaş'ın Sessiz'i aday, unutmayalım.

16 Ekim 2012 Salı

Yönetmenim canım benim: Luis Buñuel





83 yıllık ömrüne, sinefillerin kolay kolay unutamayacağı filmlerle ölümsüzlük katan Luis Buñuel, sinema dünyasının ayrıksı yüzlerinden biri. Arkadaşı ünlü ressam Salvador Dali ile birlikte senaryosunu yazdığı Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou, 1929) adlı kısa filmle yönetmenliğe başlayan Buñuel, filmlerini hem yazan hem yöneten hem de kimi zaman ekranda görünen bir sanatçı. Gerçeküstücülük akımıyla anılan adının etkisi, onun filmlerinde eleştiri oklarını yönelttiği kesim veya kavramlara dair incelikli söylemleriyle beslenerek günümüzde hâlâ sinemaseverler arasında  artarak devam ediyor.

İşte Luis Buñuel’den  Burjuvazinin Gizli Çekiciliği (Le Charme Discret de La Bourgeoisie, 1972), özellikle ahlâk, erdem gibi temaların ikiyüzlülüğünün sınandığı Gündüz Güzeli (Belle de Jour, 1967) ve Arzunun Şu Karanlık Nesnesi (Cet Obscur Objet du Désir, 1977)

Catherine Deneuve’ün eşsiz güzelliği ve soğukluğuyla başrolünde yer aldığı, Jesseph Kessel’in aynı adlı romanından uyarlanan ve senaryosunu Luis Buñuel ile Jean-Claude Carriére’in yazdığı (ki üç filmin de ortak noktalarından biri, senaryolarının bu iki isim tarafından kaleme alınması) Gündüz Güzeli, cinsellik açısından soğuk bir kadın olan Severine’in etrafında şekillenen bir film. Kocasıyla paylaştığı bir cinsel yaşamı olmayan Severine’in bu soğukluğu, onun çocukluk yıllarına kadar gidilerek küçük dokundurmalarla da olsa deşilmeye müsait bir noktaya getiriliyor izleyici için. Aslında burada temel nokta, bir kadının yaşadığı ikilemin dışavurumu. Çünkü Severine’in kocasıyla bir paylaşımı olmamasına rağmen, gündüz iki ile beş arası bir randevu evinde çalışması, orada çeşitli fantezilerini hayata geçirmesi, toplumun ona yaşattığı veya kendi içsel yolculuğunda bir türlü kabul edemediği cinsellik yönünün dışavurumu. Çeşitli Buñuel filminde olduğu gibi bu filmde de özellikle vurgulanan bir son anlayışı yok. 


Burjuvazinin Gizli Çekiciliği… 1972 yılında çekilen ve En İyi Yabancı Film oscarını da kazanan film, adından da anlaşılacağı üzere, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, Luis Buñuel’in eleştirilerini eksik etmediği bir kesime yöneliyor: Burjuvaziye… Filmde bir büyükelçiyi canlandıran Fernando Rey’in ağzından dökülen (ki Rey, Luis Buñuel’in birkaç önemli filminde yer almış, adı özellikle Tristana’yla öne çıkan bir oyuncu) şu cümle, filmin temel anlayışını sergiliyor kanısındayız: “Hiçbir sistem halka inceliği öğretemeyecek” Halka kendileri arasında keskin çizgilerle belirginleşen bir ayrımın olduğuna inanan bir grup insanın çeşitli tekrar etrafında dönen öyküsü, ayakta alkışlanacak göndermeler ve eleştirilerle dolu. Özellikle filmi izleyenlerin hatırlayacakları (izlemeyenlerin de izledikleri zaman görecekleri) rüya sekansları filmin temel esprisini yansıtıyor. Bu rüyalardan çıkamayan hatta birinde resmen bir tiyatro sahnesine dönüşen yaşamlarının kurbanı birer oyuncu olan bu burjuva kesimi, Luis Buñuel’in düşüncelerini perdeye birebir yansıtıyor. Filmdeki temel absürdlükler de bir noktadan sonra olası hale dönüşüyor. Zaten filmin temeldeki ironik yaklaşımının bir neticesi bu.


Son film, Arzunun Şu Karanlık Nesnesi, Luis Buñuel’in de son filmi. 1977 yılında bu filmle yönetmenliğe veda eden Buñuel, yanına Fernando Rey, Carole Bouquet, Angela Molina gibi oyuncuları alarak, yine ondan beklenildiği gibi filmin temeline ahlâk kavramını yerleştiriyor. Rey’in cinsel düşkünlüğü olan Mathieu adlı bir adamı oynadığı filmde, onun arzu nesnesi konumunda yer alan Conchita adlı kadını iki ayrı oyuncu canlandırıyor. Biri ateşli biri soğuk ve mesafeli aynı kadını iki ayrı kadının canlandırması filmin ilgi çekici yönlerinden biri. Çeşitli adaylıkları olan Arzunun Şu Karanlık Nesnesi, Luis Buñuel’in son filmi olması dolayısıyla da ayrı bir önem kazanıyor sevenlerinin gözünde.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Violet vol.2

Işıldıyorsun Violet

Downton Abbey'yi hiç sıkılmadan takip etmemin yegâne sebebidir kendileri: Maggie Smith. Her bölüm yanındakilere "dumura uğratmak" eyleminin kitabını nasıl yazdığını bir kez daha ispat eden Violet, dizinin mizahî yönünün tamlayıcısı. O olmasa ne olurdu düşünmek bile istemiyorum. Carson, seni de unutmuyorum tamam ama Violet başka!!

7 Ekim 2012 Pazar

tek ihtiyacımız bu!!

Portakalı soyduk başucumuza koyduk

Yine bir festival geldi dayandı kapıya, dile kolay hem de kırk dokuzuncu defa. Bu süreklilik sinema adına çok güzel bir olay; halkın kabullenişi, Türkiye'nin sayılı festivallerinden biri olmak vs. Hal böyleyken gönül isterdi ki her yıl biraz daha kötüye giden organizasyon gözdeki çapak gibi bizi rahatsız etmesin. Ama öyle mi? 

Bu yıl Altın Portakal tartışmaları Hülya Avşar'ın Ulusal Yarışma Juri Başkanı olmasıyla başladı. Zaten bir süredir devam eden manasız Altın Koza ve Portakal karşılaştırmaları maalesef görüyoruz ki anlamsızlık yüzeyini geçemiyor ve sanırım geçemeyecek. Neyse, dün akşam açtık efenim festivali; ama ne açtık değil mi sayın okuyucu!!!

Bir festival açılışı mı Ömür hanımın resitali arası ödüllendirme projesi miydi izlediğimiz anlayamadık. Kendisinin beyan ettiğine göre on altı şarkı söylemiş kendileri. Şimdi söylemiş diyorum ama biliyorsunuz söylemek fiili içinde bir nebze de olsa bir şeyi sanki yapabilmiş gibi bir izlenim bırakıyor insanda. Sahnede yaptığının ne olduğuna dair Türkçe bilgim yetersiz olduğundan kendisinin kullandığı söylemek eylemini içim sızlaya sızlaya yazıyorum. 

Ömür hanımın performansının tamamını izlemedim. Üzgünüm ama buna hangi kulak, kalp ve bilumum organlar dayanabilirdi ki? İlkin Arkadaş'la başladı sanıyorum, en azından ben orada yakaladım. Sonrasında televizyonu kapattım ama twitter'dan gelen ağır bilgilendirme mesajları üzerine neler olup bittiğini takip etmek istedim doğrusu. Ülkem gündeminden bu kadar ayrı duramazdım anlayacağınız. Ve ne duysam beğenirsiniz? Caanımmm ABBA yerlerde, Eurythmics'in caanımm performansı Sweet Dreams yerde bile değil düşünün artık ötesini berisini. Hadi onu bunu geçtim. (Bakın on altıymış parça sayısı, katlananınız varsa aferin diyorum, elden bir şey gelmez) Bugün kendileri twitter'da sayın güzel insan, iyi yönetmen ZABO'nun kendisini performansından ötürü tebrik ettiğini söylediler/yazdılar. Bu yönetmen kimdir, necidir diyeceğinize ben yardımcı olayım efenim, kendisi :

István Szabó - IMDb

Artık bu kadarına ne denir, ne söylenir bilemeyeceğim sayın okuyucu! Alıp başımızı gitsek buralardan diyorum. Biliyorum ülke gündemi bundan ibaret değil, zaten her zaman konuştuğumuz, yazdığımız şeylerden daha önemli mevzular olduğu, bunlara takılmamız gerektiği başımıza kakılıyor. Fikrimizi beyan ettikçe, sana mı kaldı deniliyor. Ancak çıkıp birilerinin gerçekten hak edenlere söylemesi gerekmiyor mu bu sözü:

Evet, gerçekten de SANA MI KALDI sinema, müzik, sanat??



1 Ekim 2012 Pazartesi

Adını Oscar Koydum: Akademinin Yolu, İlk Bakış

Ben böyle düşündüm bu yıl için, yanılma payım bakidir efenim :) Bunlar şimdilik ilk görünümler: İşbu liste http://theoscarboy.com/ çatısı altında toplandığımız Oscar muhabbeti için gönderdiğim listedir.



EN İYİ FİLM 
1. The Master
2. Life of Pie
3. Silver Linings Playbook
4. Cloud Atlas
5. Argo
6. Anna Karenina
7. Lincoln
8. Looper
9. Les Miserables
10. Amour

EN İYİ YÖNETMEN
1. Paul Thomas Anderson (The Master)
2. Ang Lee (Life of Pie)
3. Joe Wright (Anna Karenina)
4. Michael Haneke (Amour)
5. Steven Spielberg (Lincoln)

EN İYİ ERKEK OYUNCU
1. Joaquin Phoenix (The Masters)
2. Daniel Day Lewis (Lincoln)
3. Anthony Hopkins (Hitchcock)
4. Bill Murrey (Hide Park on Hudson)
5. John Hawkes (The Sessions)

EN İYİ KADIN OYUNCU
1. Marion Cottilard (Rust & Bone)
2. Keira Knightley (Anna Karenina)
3. Naomi Watts (The Impossible)
4. Jennifer Lawrence (Silver Linings Playbook)
5. Maggie Smith (Quartet)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
1. Phillip S. Hoffman (The Master)
2. Alan Arkin (Argo)
3. Robert De Niro (Silver Linings Playbook)
4. W. H. Macy (The Sessions)
5. Leonardo DiCaprio (Django Unchained)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
1. Anne Hathaway (Les Miserables)
2. Helen Hunt (The Sessions)
3. Sally Field (Lincoln)
4. Amy Adams (Yhe Master)
5. helena Bonham Carter (The Great Expectations)

26 Eylül 2012 Çarşamba

Painfully Connected: LIV & INGMAR Theatrical Trailer

Ben bunu alır sarıp sarmalar saklarım. İzler izler ağlarım, sonra yine kaldırırım gönlümdeki raflara orda yaşar durur o.
Sen Ingmar ve sen Liv... Siz kendi hayatlarınıza değil bizimkilere de hükmettiniz. Siz kendinize; biz size âşık.

21 Eylül 2012 Cuma

Emmy: koş koş 2 gün kaldı





Bu yıl Emmy'lerle fazla ilgilenemedim; adayları aşağıda liste halinde sıralayacağım sadece. E, tabiî kazanmasını istediklerimi ayrıca işaret edeceğim. İlgilenemedik dediysek o kadar da değil! Artık tören sonrası çeşitli sızlanmalar, ahlanmalar, vahlanmalar ve çemkirmelerimle yine buralarda olacağım sanırım. Tabiî sersemliğimi üzerimden atar atmaz :))

Belli başlı adam akıllı ilgilendiğim kısımları yazıyorum bak: **Bu arada aday listelerini direkt sitelerinden arakladım aradaki İng. kısımları bıraktım gitti, anlayıverin gari




En İyi Komedi

"The Big Bang Theory" (CBS)
"Curb Your Enthusiasm" (HBO)
"Girls" (HBO) bunu sevemedim ben
"Modern Family" (ABC)
"30 Rock" (NBC) bu da alabilmelere gelebilir
"Veep" (HBO)

Burada benim için pek bi nevale çıkmaz onu söyleyeyim. Ben Community'nin, Parks & Recreation'ın olmadığı bir komedi adayları kategorisini neyleyeyim. Siz de bir şey eylemeyin, hatta o an tv'nin sesini kısın ki bir kez daha Modern Family'nin sevimsizlerini sahnede görmeyi ve duymayı istemediğimizi anlasınlar. Biz gelin kendi kendimize de güvey, hadi bakalım.
En İyi Erkek Oyuncu: Komedi

Jim Parsons as Sheldon Cooper in "The Big Bang Theory"
Larry David as Himself in "Curb Your Enthusiasm"
Don Cheadle as Marty Kaan in "House of Lies"
Louis C.K. as Louie in "Louie"
Alec Baldwin as Jack Donaghy in "30 Rock"
Jon Cryer as Alan Harper in "Two and a Half Men"
Jim Parsons gıcığını sahnede görmeyeyim de kim isterse alsın. Louie pek bir övüldü e haliyle ödül çıkabilir. E niye dizisi aday değil??
En İyi Kadın Oyuncu: Komedi

Lena Dunham as Hannah Horvath in "Girls"
Melissa McCarthy as Molly Flynn in "Mike & Molly"
Zooey Deschanel as Jess Day in "New Girl"
Edie Falco as Jackie Peyton in "Nurse Jackie"
Amy Poehler as Leslie Knope in "Parks and Recreation"
Tina Fey as Liz Lemon in "30 Rock"
Julia Louis-Dreyfus as Selina Meyer in "Veep"

Amy almasın o ödülü var ya, kurşunlara gelesinizi söyleye söyleye yakarım oraları. Akıllı olun! Kadın dört sezondur harikalar yaratıyor. Dün de yeni sezonu başladı; zaten şu yazıyı bitireyim de gidip izleyeyim. Caannımmm Leslie!!

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Komedi

Ed O'Neill as Jay Pritchett in "Modern Family"
Jesse Tyler Ferguson as Mitchell Pritchett in "Modern Family"
Ty Burrell as Phil Dunphy in "Modern Family"
Eric Stonestreet as Cameron Tucker in "Modern Family"
Max Greenfield as Schmidt in "New Girl"
Bill Hader as various characters in "Saturday Night Live"
veya veya'lı bir kategori; aman umurumda da değiller zaten!

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Komedi

Mayim Bialik as Amy Farrah Fowler in "The Big Bang Theory"
Kathryn Joosten as Karen McCluskey in "Desperate Housewives"
Julie Bowen as Claire Dunphy in "Modern Family"
Sofia Vergara as Gloria Delgado-Pritchett in "Modern Family"
Merritt Wever as Zoey Barkow in "Nurse Jackie"
Kristen Wiig as various characters in "Saturday Night Live"

En İyi Dizi: Dram

"Boardwalk Empire" (HBO)
"Breaking Bad" (AMC)
"Downton Abbey" (PBS)
"Game of Thrones" (HBO)
"Homeland" (Showtime)
"Mad Men" (AMC)
Şu Mad Men'in rekorlar kırması şanına yakışır, bunu elinden almayınız lütfen.

En İyi Kadın Oyuncu: Dram

Glenn Close as Patty Hewes in "Damages"
Michelle Dockery as Lady Mary Crawley in "Downton Abbey"
Julianna Margulies as Alicia Florrick in "The Good Wife"
Kathy Bates as Harriet Korn in "Harry's Law"
Claire Danes as Carrie Mathison in "Homeland"
Elisabeth Moss as Peggy Olson in "Mad Men"

En İyi Erkek Oyuncu: Dram

Steve Buscemi as Nucky Thompson in "Boardwalk Empire"
Bryan Cranston as Walter White in "Breaking Bad"
Michael C. Hall as Dexter Morgan in "Dexter"
Hugh Bonneville as Robert, Earl of Grantham in "Downton Abbey"
Damian Lewis as Nicholas Brody in "Homeland"
Jon Hamm as Don Draper in "Mad Men"

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Dram

Anna Gunn as Skyler White in "Breaking Bad" kendisini pek hazzetmem ama çookk hak etti ççookk :))
Maggie Smith as Violet, Dowager Countess of Grantham in "Downton Abbey"
Joanne Froggatt as Anna in "Downton Abbey"
Archie Panjabi as Kalinda Sharma in "The Good Wife"
Christine Baranski as Diane Lockhart in "The Good Wife"
Christina Hendricks as Joan Holloway Harris in "Mad Men"


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Dram

Aaron Paul as Jesse Pinkman in "Breaking Bad"
Giancarlo Esposito as Gustavo 'Gus' Fring in "Breaking Bad"
Brendan Coyle as John Bates in "Downton Abbey"
Jim Carter as Mr. Carson in "Downton Abbey"
Peter Dinklage as Tyrion Lannister in "Game of Thrones"
Jared Harris as Lane Pryce "Mad Men"

Mini Seri ve TV Filmi
"American Horror Story" (FX)
"Game Change" (HBO)
"Hatfields & McCoys" (History)
"Hemingway & Gellhorn" (HBO)
"Luther" (BBC America)
"Sherlock: A Scandal in Belgravia" (PBS)

En İyi Kadın Oyuncu: Mini Seri ve TV Filmi (hiçbir fikrim yok zikrim de olmayacak)

Connie Britton as Vivien Harmon in "American Horror Story"
Julianne Moore as Sarah Palin in "Game Change"
Nicole Kidman as Martha Gellhorn in "Hemingway & Gellhorn"
Ashley Judd as Rebecca Winstone in "Missing"
Emma Thompson as She in "The Song of Lunch"

En iyi Erkek Oyuncu: Mini Seri ve TV Filmi

Woody Harrelson as Steve Schmidt in "Game Change"
Kevin Costner as 'Devil' Anse Hatfield in "Hatfields & McCoys"
Bill Paxton as Randall McCoy in "Hatfields & McCoys"
Clive Owen as Ernest Hemingway in "Hemingway & Gellhorn"
Idris Elba as John Luther in "Luther"
Benedict Cumberbatch as Sherlock Holmes in "Sherlock: A Scandal in Belgravia"
Yardımcı Kadın Oyuncu:  Mini Seri ve TV Filmi


Frances Conroy as Moira in "American Horror Story"
Jessica Lange as Constance Langdon in "American Horror Story"
Sarah Paulson as Nicolle Wallace "Game Change"
Mare Winningham as Sally McCoy in "Hatfields & McCoys"
Judy Davis as Jill Tankard in "Page Eight"

Yardımcı Erkek Oyuncu: Mini Seri ve TV Filmi

Denis O'Hare as Larry Harvey in "American Horror Story"
Ed Harris as John McCain in "Game Change"
Tom Berenger as Jim Vance in "Hatfields & McCoys"
David Strathairn as John Dos Passos in "Hemingway & Gellhorn"
Martin Freeman as Dr. John Watson in "Sherlock: A Scandal in Belgravia"

Gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var :p


16 Eylül 2012 Pazar

Everything is connected

Bekliyoruz Cloud Atlas Bu yılın iddialı ödül avcısı olabilecek filmlerinden Cloud Atlas, yıldızları doldurmuş künyeye geliyor valla :))

15 Eylül 2012 Cumartesi

Downton Abbey: Gözlerimiz yollarda




E hadi başla artık; gözler yolda bekliyoruz seni. Eyyy Downton Abbey, katmışsın bünyeye Shirley şekerini de bizim kalp atışları yükseklerde. Hele o Matthew'u gördüğüm anda kalbim güm güm, gözler dürbün. Bu Mathhew var ya Downton Abbey dışında pek çekici de değil ha! Valla bak, ben fotoğraflarına baktım boy boy bunun; bildiğin sarı kafa bu. Ama gel gör ki tv şeysinde oynayınca ekran personası denen o şey var ya yapışıyor adamın üzerine.
Her neyse efendim, bekliyoruz işte takvimin 30 Eylül'ü göstermesini, hadi şimdilik fragman izlemeye :))

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Stone sen kendini ne sanıyorsun?



İşbu yazı tamamıyla bir içdöküş ve eli sopalı bir öğretmen edasıyla yazılmış olup Oliver Stone'a "taş olacaksın taş" diye beddua ettirebilecek bir kapasiteye sahiptir, sakınınız!!


Bakın ben kavgamı baştan yaparım, yukarıdaki uyarıyı okuduktan sonra mademki devam ediyorsunuz okumaya Oliver amcaya söylenecek her sözü kabul edeceksiniz demektir, biliyorsunuz eli sopalı dedim bir kere, itiraz kabul etmem.


Geçen iki hafta boyunca film bombardımanına tutulduk, bir haftada dokuz film gösterime sokmak nedir gözüm ya?? Korktunuz The Dark Knight Rises'dan çekin bakalım filmleri öne, sizi gidi hınzırlar sizi. Neysem efendim, ben kara şovalyemi bekleyip dururken e tabiî diğer filmleri de görmemezlik edemezdim. İzleyim de bazı filmlerin değerini daha iyi anlayım derken, Oliver amca başımıza taş gibi yağdı mübarek. Kendisi hakkında çok da olumsuz fikirlere sahip olmayıp -o güne kadar- bazı filmlerini dahi sevmişliğim vardır. (nasıl sevilmez ki bir Platoon, değil mi efendim ama?) Gittik son filmi Savages (Vahşiler, bak bak isme bak) filmini izlemeye. Zaten film 130 dk mı ne, hadi dedik yönetmenin hatrı var, ne bileyim bir Demian Bishir, bir del Toro, hadi olmadı Aaron gibi bir abide-i devran var dedik, ne kadar kötü olabilir ki modundayım ki offfffff offfffff. Zaten jenerik akmaya başladığı anda anladım ne mal olduğunu karşımdakinin (bu cümlede hep birlikte Engin Altan Düzyatanlaşıyoruz, tamam geçti şimdi bıraktık) 
Ne diyordum? Ha evet, jenerik akmazdan evvel zaten giriş sahnesiyle içimi bayan Savages'ın jeneriği akmaya başladığı anda tamam dedim tü kaka Meksika, viva Amerika!! Ama bu kadarını da beklemiyordum sayın okuyucu-izleyici. Yenilir yutulur hatta tutulur bir tarafı olmayan hikâyenin ne işleniş şekli, ne içeriği filmi kurtarmaya yetmedi. Hangi yıldayız be adam, Tarantino ortaya çıkalı yıllar olmuş hiç mi izlemedin de kendini Tarantino sandın? Hadi onu geçtim, sen bu kadar ırkçı mıydın arkadaş? Neymiş, Amerika'nın güneyindekiler çirkin, pis, kartel; kuzeydekiler "tamam ben bu işi yapıyorum da sor bakalım niye yapıyorum" modunda, sanki Banker Bilo izliyoruz da Şener Şen bize soruyor biz de dinliyoruz. Hadi bir kabahat yapıyoruz ama bunu da yüksek değerler uğruna yapıyoruz, bak biz üçüncü dünya ülkelerine gidiyor onlara yardım ediyoruz diyen bir karakter ne kadar inandırıcı?? Ya öbür savaş gazisi hayvanattan bozma kişilik? Kendini mi unutmaya çalışıyorsun kadının üzerine çullanırken. Kadına değinmek bile istemiyorum, 2 böcek 1 çiçek modunda bir aşkımsı izletiyor bize zorla Üstelik kızcağaz napsın ailesi sorunlu, hakkı var şimdi! 


Gelgelelim caanımmm Beniciom ile caanımmm Demian öyle kötü ve pisler ki sen misin onları beğenen şimdiye kadar. Oliver amcam olmasa, uyanamayacağım bu gerçeğe. 


Oliver, sözüm sana!! Son zamanların (sevmesem de kullanacağım şimdi) her dile pelesenk olmuş o ünlü özdeyişiyle: Oğlum bak git!! Git kendine bu kadar sövdürtmeden! Ya belgesel yap ya çekil önümüzden. Ben seni Platoon'la hatırlamak istiyorum, JFK'yla, Commandante'yle hadi olmadı Wall Street'le.
 

26 Haziran 2012 Salı

Ayna ayna söyle bana

Şöyle bir baktım da bizim Snow White (also known as Pamuk Prenses) 97 kez canlandırılmış tv, sinema dahil. E tabiî bu sacede direkt masalın uyarlamasıyla alakalı değil, herhangi bir filmde de geçebilir Snow White, falan filan. Hatta geçtiğimiz yıl başlayan tv dizisi Once Upon A Time'da da var bizim Snow, dolayısıyla bu dillere destan güzelliğe pek çok kez rastladık rastlamaya da devam ediyoruz.
Evet, Pamuk çok güzel bir kız e zaten prenses; bu tarz insanların alamet-i farikaları çok güzel, saf olmalarıdır. Çabalarsanız daha birçok iyi, olumlu nitelikler sıkıştırabilirsiniz cv'lerine, ben almayayım şimdi.
Bu yıl Pamuk Prenses popülasyonu yaşadık resmen, 2 sinema filmi ard arda vizyona çıktı e bir de diziden bahsettik işte yukarıda, demek ki neymiş? 3 kez Pamuk Prenses çokmuş.
Pamukların ekrana yansıyan yüzlerine bakalım şimdi, nasıl vücut bulmuşlar. Uzun cümlelerle anlatmaya gerek yok, bakın şimdi fotoğraf denen bir şey var iyi ki:



Varan 1: sol yandaki köylü güzelinden hallice, börtü böcek dostu, kalın kaşlardan muzdarip şahs-ı muhterem Snowcuk













Varan 2: sağ yandaki şaşkın ördek yavrusu kılıklı, pis, gözlerini her daim bööö diye açmaya meyilli, memnuniyet nedir bilmeyen, pasaklı Snow






E bir de kötü kraliçeler var tabii ki onlar Julia Roberts (ki aslında kendisini güzelleri say deseler listeme almam, o kadar seçiciyimdir :p) ve Charlize Theron gibi 2 afet-i devran. Yahu bu işte bir yanlışlık yok mu? Kraliçelerin Pamuk'tan daha güzel olmaları tuhaf değil mi diye diye izledim iki filmi de. (Mirror Mirror ve Snow White and The Hunstman) Hadi Lily Collins bir oranda sevimli olabiliyor da o Kristin Stewart'ın hali nedir? Devamlı etrafına oklarını saldığı bir "sizden TİSKİNİYORUM" bakışı, ula Pamuk senin alçakgönüllü olman gerekmiyor mu? O insanlar olmasa senin halin nice olurdu farkında mısın sen ey kendiniz bilmez aymaz kadın, pardon kız! Twilight'ta o soğuk nevale halinle ancak Edward'a yâr olabilirdin ki ikiniz buzdolabı kalıbı gibi birbirinize yapıştınız (özelde de) Hadi orda tuttu bu ama Snow White için üzgünüm, bizimla değilsin kızım sınıfta kaldın. Sen ki Charlize gibi bir kadının "Ayna ayna söyle bana..." soru kalıbının alternatif cevabısın, bu cevaba layık olma halini biz yemedik, sen kendini 15 yaş sınırını geçmemiş ergenlere beğendir anca.

Sonuç: Mirror Mirror, gerçekten eğlenceli bir film. En azından görkemli kostümler, komikleştirilmiş karton tiplemelerle belirgin oranda bir eğlencelik sunuyor. Mizahî yönü iyi. Ancak Snow White And The Hunstman daha karanlık bir uyarlama olma çabasıyla kör kuyulara giresice bir film. Gir de ordan çıkma e mi!

Viridiana'yı anmak


"İşte sanat budur" demek için Viridiana'yı izlemek yeterli.  Yıkan, yaralayan, çarpan bir göstergeciliği var filmin. Yine bir "güzelleme" ile karşı karşıya kaldığınızı ilk sahnesinden anlıyorsunuz. Bir din güzellemesi, toplum güzellemesi... Toplumu inşa eden insanların güzellemesi.

Her çeşit filmi izlemeye açık olmama rağmen, filmle sinema kavramının birbirini tamamlaması gerektiğini düşünmüşümdür. Tamamlayan az ve öz sayıda film olması bile, sinemanın bir sanat olduğunu gösteriyor insana. O, sadece temelinde teknoloji yatan, ard arda fotoğrafların sıralanması, ses ve müzikle beslenmesi üzerine kurulu bir "şey" değil. Sinemayı sanat yapan bambaşka özellikleri var ve açıkçası beni bunlar ilgilendiriyor. Kendi kuramını oluşturması, kendi dilini yaratması. Görüntülerin bir dile dönüşmesi ve izleyicinin de bunu görüp okuması... Sinema bu anlamda büyük bir güç. Tabii ki herkesin Tarkovski, Bergman, Bunuel, Metin Erksan (ve daha adını saymakla bitiremeyeceğimiz kendi sinemasını yaratmış onca sanatçı) olması beklenemez; beklenmemeli de. Ancak bu isimlerin varlığı bile, sinemayı "sanat" yapmaya yeter.


***Spoiler ***

Gelelim Viridiana'ya... Film at yapı itibarıyla eğretilemeler üzerine kurulmuş ancak bunları çözümlemek zor değil. Bunuel'in keskin okları her yönden geliyor bu saldırıya da açık olmak lazım. Yön göstermeyen, tespitte bulunan ancak tespitleri de umut vaadetmeyen bir film Viridiana.Başrolün adı Viridiana... Çizilen karakter, kendini dine adamış bir kadın. Amcasının yanına gitmesi filmin açılışı... Zaten geri dönüş de yok bu yolculuktan. Saf bir inanca bürünmüş bir kadın tiplemesi karşımızdaki ve film boyunca yoksullara yardım etmekten kaçınmıyor, hatta onlara yer açıyor, yemek veriyor, işlemelerine yardım ediyor. Aldığı karşılık en amiyane tabirle "besle kargayı oysun gözünü" şeklinde gerçekleşiyor. Buraya kadar yazdıklarım filmin görünen dramatik yapısı.

Viridiana'nın cinsel yönden uyanışı, "toplumun genel görünümü" diye nitelendirebileceğimiz eve alınan yoksul kimselerin birbirleri arasında geçen konuşmalar ve bunların davranışları adım adım filmin temel yapısını oluşturuyor. Özellikle Viridiana ve yakınlarının evden uzaklaştıkları bir günü fırsat bilip eve giren ve kendilerine ziyafet çeken "yoksul takımının" (başka bir adlandırma bulamadım, sadece filmin genel yapısına binaen böyle söylüyorum yanlış anlaşılmasın) resmen tiksinti yaratan halleri ve o ünlü fotoğraf sahnesi insanın kanını donduran cinsten. Tüm sahne boyunca özellikle Hristiyanlığa yapılan atıflar ve iğnelemeler, filmin çözümlenmesi aşamasında en öncelikli yer tutan bir yön kanımca.

Viridiana'nın sondaki teslimiyeti, kendini bir nevi arzunun kanatlarına atması olarak bile yorumlanabilir. Filmde açıkça beyan edilmeyen yönlerden biri de zaten Viridiana'nın kadın kimliğine dönüşü. Bunları ufak nokta atışlarıyla yakalayabiliyorsunuz. Ancak son sahne her şeyi kabullenme açısından umutsuzluğa doğru bir yol alışı simgeliyor.

Bu film hakkında konuşmak gerekli. İçinde yeni açılımlar saklayan her türlü sahnesiyle insanlık dersi, sanat dersi vs açısından abartarak söylediğimi biliyorum ama yere göğe sığdırılamayacak yapıda bir film Viridiana.

10 Haziran 2012 Pazar

"Onu duydun, ben yıldızım."


Sonunu başından öğrendiğimiz bir filmdir Sunset Boulevard. Havuzda dibe bakan bir ceset anlatacaktır bize altı aylık bir süreci. Peki bu cinayet neden işlenmiştir? Basit bir polisiye filmin sorabileceği bu kısacık soru cümlesi bize filmin eşsiz kişiliği Norma Desmond'ı anlamanın kapılarını açacaktır bir bir.

İlkin evine bakarız Norma'nın. Her yanda fotoğrafları vardır. Kendine bakmayı - daha çok baktırmayı pek tabii- sever hatta müthiş bir aşk dıyar. Yeniyi kabullenmez, başka bir deyişle eskimeyi. Oysaki müthiş bir kuraldır bu: yaşın ilerledikçe unutulursun bu sanayide. W.Holden, "sen elli yaşında bir kadınsın." der Norma'ya "bunun kötü bir tarafı yok, 25 yaşında gibi davranmıyorsan tabii"

 







Peki bu müthiş his, unutulmak korkusu nereden kaynaklanmaktadır? Norma'nın delilik derecesinde, düpedüz saplantılı kişiliği neden bu yeni düzeni kabul etmemekte? Yoksa Billy Wilder'ın söyleyeceği, duyuracağı acımasız Hollywood koşulları mıdır yer yer zavallı bile dediğimiz Norma'nın bedeninde ve ötesi kişiliğinde?
Bunun cevabını hepimiz tahmin edebiliyoruz. Şimdiye kadar pek çok şey çizildi, yazıldı bu film ve Hollywood kanunları hakkında. Peki bu filmi ölümsüz kılan ne?Görüntüler, müzik, oyunculuk, sert eleştiri... Hepsi tek kalemde birleşiyor ve film, tüm söylenenler bir noktada buluşuyor: Norma Desmond...
Keşfedilen, yüceltilen sonra yalanlarla beslenen bir insan o. Tam bir star örneği. Günümüzde de pek sık örneğini gördüğümüz birçok oyuncunun kaderinin en uç göstergesi.
Gloria Swanson müthiş bir ironiyle hayat veriyor aslında karakterine. Kendisi de sessiz gelenekten gelmiş, o dönem unutulmaya, aranmamaya başlamış bir kadın. Belki de hıncını böyle almış; en unutulmaz kadın performanslarından birini vererek.
Filmin finalindeki iç burkucu kara mizah doruğa yükselmekte. Norma yine aynaların önünde. Onun aşkından kariyerini terk eden yönetmen son filmine imza atıyor ve "motor"!

"Yakın plan çekimim için hazırım" diyen Norma'Nın kameraya yürüyüşü. Kendi yaşadığı gerçeklikle acınası gerçeklik arasında kurulan bağlantı...

9 Haziran 2012 Cumartesi

Payne'i arıyorum şarap tadında




"Ben küçük bir filmim, anlattıklarım sade ve yalın gel gör ki aslında neler söylüyorum" cinsinden hem eğlenilebilecek hem de ironisinden tad alınabilecek güzel bir yapım Sideways.

***Spoiler***

İşte benim bittiğim sahne... Miles, kitabının basılmayacağını öğrenmiş ve bi kova şarabı başından aşağı dikmiştir. Jack, Miles'ı kelle paça dışarı çıkarır ve konuşma anı gelir

Jack: Yenisini yazarsın, bir sürü fikrin var.
Miles: Hayır, ben bittim. Ben yazar değilim, İngilizce öğretmeniyim. Benim ne söylediğim dünyanın umrunda değil. Gereksizim. O kadar önemsizim ki, intihar bile edemem.
Jack: Miles, bu da ne demek oluyor?
Miles: Anlasana. Hemingway, Sexton, Plath, Woolf... Kitabın yayınlanmadan önce kendini öldüremezsin.
Jack: Peki, ya Confederacy on Dunces'ın yazarı? O, kitabı çıkmadan intihar etti. Bak şimdi nasıl ünlü.
Miles: Teşekkürler.

(Bu Jack adamı deli eder ya ) devamı:

Miles: Bir gökdelenin camında kalan parmak iziyim. Milyonlarca ton lağımla birlikte denize akan bir tuvalet kağıdına bulaşmış dışkıyım.
Jack: Bak gördün mü? Ne güzel söyledin. "Denize akan..." Ben asla böyle söyleyemem.
Miles: Ben de. Galiba bunu Bukowski söylemişti

***Spoiler***

Alexander Payne, insanlık hallerinin şairidir. Onun filmlerinde sadece görüneni değil, görünenin ardındakini sorgulamak gerekiyor. Çünkü Payne aslında "sen"i anlatır. Tabii ki bunu yaparken çok çok iyi bir gözlemci olduğunu yazdığı her satırda bize hissettirir. Sideways de böyle bir film. Payne'nin önceki filmlerine oranla daha umut taşıyan bir film belki de. Ancak bu komikliğe yakın oluşundan da geliyor. Buradaki komiklik yine insanlık hallerinden doğuyor tabii. Ancak karamsar bir dokunuş yok bu filminde, o yüzden belki o umut hissediliyor. 

Önceki filmi About Schmitt tabii ki eğlence arayan, popcorn tarz bir beklenti içinde olan seyirci kitlesini çekmeyecektir. (yanlış anlaşılmasın bu sadece bir tercihtir ve sinemaya bakışımızla alakalıdır. İçinde hiçbir küçümseme yoktur) Ancak "sorgu" dediğimiz insanın varolmasına, gerçeğine, hallerine dair filmler ilginizi çekiyorsa Payne filmleri birebir tanışmanız gereken filmlerdir. Tabii ki başka yönetmenler de var. Yönetmenler diyorum sadece filmler değil. Çünkü Payne gibi yönetmenler sadece filmi çekip eğlenmenizi sağlamazlar. Onlar sadece film çekmez. Sizi sorgulamaya davet eder. Film biter ama kafanızda devam eder. Sideways de böyle bir filmdir. Film siz olur, siz film. Yönetmen koltuğuna siz geçersiniz ve diyalogların sadeliği ve cazibesi sizi cezbeder. O kadar benden, senden, ondan ki... Yarattığı umutsuzluk-umut-anlaşılamama--karamsarlığın yaydığı komiklik vs. hallerin yorumlanması ve hayat bulan karakterler... Özellikle bu kez Jack karakterine dikkat ettim ve tabii ki T.H. Church'e. Öylesine ince bir yerden yakalamış ki Jack'i. Duruma göre kaypaklık yapabilen, anlamını zevklerde arayan, içine düştüğü zor durumlarda ayakta kalmak yerine çökmeyi, zırlamayı ve sürekli yardım dilenmeyi tercih eden bir adam... Müthiş keyifli, bir o kadar can sıkıcı, gıcık, yer yer adi... Harika bir karakter yaratımı her şeyden evvel. Tabii ki romanın senaryolaştırılmasında ince ayrıntıları gözden kaçırmayan Payne ve ortağının işini bilir halleri bu etkileyicilikte birincil sebep... Miles ayrı bi olayzaten, onu ayrı ele almak gerek. En kısa zamanda filmden almış olduğum Jack-Miles diyaloglarından birini buraya aktarayım. Müthiş farklılık, uçurum, anlayış... İki karakterin bu denli zıt ama özünde insan olma halleri...


Diğer filmlerine oranla, daha kolay izlenebilirlik ölçüsü olduğu kesin Sideways'in. Çoğu insanın ilgilenebileceği tarzda bir hikayesi var. Hiç olmadı film şaraplar için bile izlenebilir. Peki hepsi bu mu? Tabii ki hayır.
Orta sınıf Amerikan vatandaşlarının dünyasına daha çok ümitsizlik, karamsarlık açısından bakan; genel olarak da ironik bir yapı çizen Payne filmlerinin tadı tabii ki bu filmde de var. Ancak biraz daha yumuşatılmış bir biçimde. Kendi adıma filmi çok sevdim. Zaten Paul Giamatti'nin varlığı ve Miles karakterine tam manasıyla "cuk oturmuş" havası vermesi harika bir seçim olduğunun göstergesi. Zaten filmdeki ironik unsurlar Miles karakteri ile bir nevi onun zıddı Jack (Thomas Haden Church) arasında geçen diyaloglar ve vücud gilinden ileri gelmekte.

Filmde, şaraplarla ilgili o kadar detay var ki; izlemeden bilseydim ilgimi çekeceğini düşünmezdim. Ama Payne'nin tercihleri fazlasıyla yerinde. Özellikle bu bölümlerde kullanılan anlatım teknikleri filme biraz da belgesel havası veriyor. Sanki bir anda yabancılaşıyorsunuz filme; başka bir film izliyorsunuz ama kesinlikle kopmuyorsunuz ana karkaterlerden.

Film izlendikten sonra çok iyi karkater tahlilleri yapılabilir ki bu çok güzel işlendiklerini gösteriyor. Filmin kitaptan senaryolaştırılması bir etken tabii ama Alexander Payne ve Jim Taylor (yanlış yazmış olabilirim) çok yerinde diyaloglarla senaryo ödüllerinin hakkını vermişler.
Sonuçta filmin gerçekten hoş bir senaryosu, güzel görüntüleri, bunlara eşlik eden hoş ve sade bir anlatımı var. Yine dingin bir film ancak diğer Payne filmlerinden farklı olarak karamsarlığın boyutlarında yumuşama var.



24 Mayıs 2012 Perşembe

The Little Book of Calm, hatırladıkça gülüyorum lan

Black Books (2000–2004) hakkındaki yazımdır, buyrun


Kadro:
Dylan Moran ... Bernard / Bill Bailey ... Manny / Tamsin Greig ... Fran





Evet, Zaytung sayesinde haberdar oldum ben bu diziden. Şaka gibi!!! 7’den 70’e Her Yaştan Kadınla İletişim Kurmanızı Sağlayacak 10 Dizi’den biriydi Black Books ve ben diğer dokuz diziyi bilirken bunu bilmiyordum. Aman Allahım bu olamazdı, bu dizi neydi, nasıldı, neredeydi, kiminleydi; dur ya o öyle değildi. Neyse... Zaten son zamanlarda bir dizi furyasıdır gidiyor bende, halbuki dizi izlemezliğimle övünürdüm ben.
- Seçil, şu diziyi biliyor musun?
- Ne, hangi dizi? Hıh, dizi izlemem ki ben!
Yıkıldı tüm karizma, şimdi nerde dizi orda ben. Ama bir saniye ya, kaliteli dizileri izliyorum ki ben, hıh!!



Neyse efendim bu Black Books denen facia (iyi manada, biliyorum kullanılmaz ama es geçin) Nasıl komik bir dizi anlatamam. Gülme efektli dizilerde gram gülmeyen ben’i (ki şu an yine ego bin beş yüz) bile güldürdü. Ama öyle ya, Friends’ten bu yana gülme efektli dizilerden zerre hazzetmiyorum. Hatta şu Gülse Birsel dizileri var ya onları bile izlemedim. Adlarını biliyorum tabiî, e popüler kültüre aşina olmayan nesle tabî değiliz.
Şimdi bu Black Books adını başroldeki Bernard’ın kitapçı dükkanından alıyor. Bildiğiniz sahaf tipli bir dükkan. Birinci bölümden itibaren fenomen olacağı belli üç tip: Bernard, Manny ve Fran. Allahım nasıl bir arıza bu insanlar. Bernard’ın yaşam mottosu: I like it like that! Hiçbir değişikliğe razı olmayan, kitapçının içinde yaşayan bir kaçık. O kaçığa eşdeğer derecede kaçıklıklarıyla pabuç bırakmayan Manny. Ve pek tabiî kadın kaçık boşluğunu dolduracak bir tipleme: Fran. Fran biraz geriden gelse de dakika çalma konusunda, göründüğü sahneler eşsiz.
Bu tarz komedilerin olmazsa olmazı: zamanlama. Dizinin zamanlama konusunda eşsiz bir başarısı var. Her şeyi bilseniz bile o bildiklerinizi nasıl dillendirecekler, gösterecekler onu bile bekletiyorlar insana.




Üç sezonluk bir dizi Black Books ve her sezon 6 bölüm. E, karşınızdaki bir İngiliz dizisi, bu kadarcık bölümler adamların alamet-i farikası ne de olsa. Community’de dizi krizine giren Abed’e bağlanacağı yeni bir dizi bulan Britta’nın nasıl azarlandığını hatırlayın. (Bu sayede çok sevdiğim şahane dizi Community’yi de anmış olayım. Yeni sezon sözünü de bilgisayar ekranını öperek kutladım) Ha nerde kalmıştık? Evet, Britta’yı Abed’e İngiliz dizisi önerdiği için azarlamışlardı, orda da tescillenmişti İngilizlerin kısa dizi severliği.



Her bölümü ayrı bir güzellikte, enfeslikte olan Black Books nasıl bu kadar bilinmiyor şaştım kaldım aslında. Yoksa biliniyor da ben mi cahilim bu konuda, bak bilemedim şimdi. Bulun bir yerlerden izleyin derim, günde bir bölüm ki hemen bitmesin. Zaten bazı sahneleri sardırıp tekrar tekrar izleyin. Tabiî bilgisayar ekranında bu imleci sürüklemekle hallediliyor; gözünü sevdiğiminin teknolojisi işte.



18 Mayıs 2012 Cuma

haftalık rapor 2




Birkaç gündür hatta haftayı geçti, film izlemiyordum. Yeni bir vizyon yazısı için geçenlerde tekrar izlediğim You Will Meet A Tall Dark Stranger dışında hâlâ izlemişliğim de yok, devam ediyor yani izlememe hali. Zaten You Will... de gösterime girmedi. Nasıl bir ismi var filmin yahu, değil mi? Direkt fal cümlesi, hani üç vakte kadar der gibi :) Gelelim son zamanların raporuna:

40 If Only (2004)
50 Adam (2009)
50 The Crush (2010)
60 Going the Distance (2010)
5 When in Rome (2010)
75 Conversations with Other Women (2005)
40 A Good Year (2006)


Durum bu, pek iç açıcı değil görüldüğü üzere. Bakalım bir, ne kadarını hatırlayacağım da yazacağım.

If Only (2004): Bu bir televizyon filmi herhalde, bu duruşu ve kaliteyi ancak bu açıklayabilir. Senaryo falan değil yani, ekran tercihi, renkler, geçişler... 40 çok bile puan açısından da işte birkaç anın hatrına mıdır nedir. Filmi geçelim de şu Jennifer Love Hewitthakkında bir şeyler yazmak istiyorum. Hayır anlamıyorum kim, nasıl cesaretlendiriyor bu ve bunun gibileri? (bizde de bir Beren Saat var mesela) Kim diyor bunlara "sen bu işi kıvırabiliyorsun anacım" diye? Biri diyorsa çıksın kendini ifşa etsin çünkü zannımca bu hanım kızların pek suçu yok, onları bu işi yapabildiklerine inandıranlarda bütün suç. Değilse de o ne özgüven o kardeşim? İnsanda biraz ar, edep olur yahu? Bu iş size mi kaldı. Aman elimde kalacak bunlar bir gün valla.

Adam (2009) : Pek naif bir film Adam. Kötü değil ama kotarılamamış. Fazla yavaş ve akmayan, gitmeyen uzunca bir süreden sonra birden getirilen son. Üstelik sona hazırlık aşamaları pek bir acemice. Otizm odaklı bir film, baş kahramanı açısından. Ancak filmin klasik bir romantik komediden farkı yok. Olmaz mı böyle bir film? Pekâlâ da olur ancak klişenin dibine vurmaya gerek yok değil mi? Fazla ucuz numaralara başvurmaya da gerek yok. Yarattığı karakter o kadar altı çizilecek, geri planı doldurulabilecekken git tüm klişeleri yükle karaktere ve filme. Olmadı tabiî.

Going the Distance (2010)
: Pek eğlendim bu filmi izlerken. Kendim de aynı durumdan muzdaripken nasıl bağlantı kuramam böyle bir filmle değil mi? Çok güldüğüm yerler oldu da o erkek oyuncu hiç olmadı ya. Bu Justin Long'u Kızlar Ne Söyler Erkekler Ne Anlar ya da tam tersi filminden hatırlıyorum. Çok dikkat çeken bir oyuncu değil, gerçekte de Drew Barrymore'laymış bir süre. Sana sorarım Drew, ne buldun bu Justin'de? Neyse, dediğim gibi film eğlenceli, biraz uzun, sonuna o kadar kasmasalarmış iyiymiş ama yine de eğlenceli.

When in Rome (2010)
: Kesin ifade: Uzak durun. Korkunç bu şey, bakın film diyemiyorum. Bu filmse diğerleri ney?? Bu Kristen Bell denen kadından gram hazzetmiyorum zaten Josh Duhamel için izledimdi, ama o da feciydi. Süzme salak bir film

Conversations with Other Women (2005)
: İşte bu benim için çoğüzel bir süpriz oldu. İzlemem fazlasıyla tesadüfî. Aaron Eckhart kişisinden pek hoşlaşmam, Helena Bonham Carter'ı da yıllarca düşünsem böyle bir filmde oynatmam ama gel gör ki film oyunculardan öte. Zerre ilgilendirmedi beni oynayan şahsiyetler. Filmin sahneleme tercihi belki uzunca bir süre için sıkıcı olabilecekken bir müddet sonra göz aşinalığına bile dönüştü. Seviyorum ben böyle filmleri ya :) Devamlı konuşulan, irdeleyen vs. Uzun yıllar sonunda bir araya gelen ve bir süre sonra eski karı koca olduğunu anladığımız bir kadın ve bir erkek. Tüm yaşanmışlıklar, sevinmişlikler, üzülmüşlükler... İnsanın içini burkan detaylar. Sevdim işte.

A Good Year (2006) : Zerrece inandırıcı bulmadığım ama o nefis Fransa görüntülerine ve o eve hayranlık duyduğum film. Allah aşkına Russell Crowe hiç olmuş mu böyle bir filme gitmiş mi yani? Bu Ridley Scott'un Crowe'la nasıl bir anlaşması var arkadaş? Niye her filminde bu adam var? Ajan ister bu, gladyatör ister bu (hadi o filme gitmişti valla cüsse olarak), âşık ister bu; bu da bu, bu, bu.
Kusura bakma ama Russell abim, öyle şehirli ayaklarına yatıp da aman geçmişi unutmaya çalışmak vs. duygusuz broker halleri falan. ıhh, hiç olmamış.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Şaşırdık mı?

Eleştirinin adabını geçtim artık ya şuna ne demelki?

Geçen eylül uzun bir zaman üzerinde çalıştığım kitabım yayınlandı. Kitap akademik bir çalışma, yaptığım tezin rötuşlu hali yani. Bir ara kitap hakkında yazılmış bir eleştiriye rastladım, ne güzel değil mi? Bence çok güzel, okunmuş, eleştirilmiş diye düşündüm. Yazıda şöyle bir yorum var:

“Selim İleri’nin Hikâyelerinde Sinemaya Bakışı” deyip hikâyelerdeki kahramanların diyaloglarını aktarmak, Selim İleri’nin sinemaya bakışını göstermiyor ne yazık ki. Bunlar sadece “o karakterlerin dilinden sinema”dır. Öyle olsa -kitapta verilen örnekten hareketle- İleri’nin, sinema hakkında “gavur icadı” diye düşündüğüne inanmamız icap eder. Üstelik işin tuhafı, yazar da aynen bunu söylüyor; bu ifadelerin İleri’ye değil karakterlere ait olduğunu. O halde bölümün adı neden “Selim İleri’nin Hikâyelerinde Sinemaya Bakışı”?

İşin komiği ne biliyor musunuz? Kitapta öyle bir bölüm YOK :)


1 Mayıs 2012 Salı

Birkaç günün raporu




Son birkaç gündür diziydi, filmdi vs derken birkaç etkileyici yapım izlemişim unutmadan, atlamadan değinmek isterim doğrusu. İlk önce bir dönem raporuna bakalım, işler kesat gibi:

78 Weekend (2011)
80 Rosetta (1999)
40 Anonymous (2011)
75 Young Adult (2011)
45 Life as We Know It (2010)
10 Lie with Me (2005)
10 One for the Money (2012)
70 The Deep Blue Sea (2011)
75 If A Tree Falls: A Story of the E.L.F. (2011)
55 House of Pleasures (2011)


Notlar criticker'da verdiğim puanlamayı gösteriyor. Görüldüğü gibi yarı yarıya çöple tamamlamışım son haftayı. Aslında böyle haftalık raporlar tutabilirim, bak şimdi aklıma geldi ve icat bulmuş kadar heyecanlandım. Ne kadar tutarım sözümü bilemiyorum çünkü ben her gün spora yeniden başlayacağım sözüyle uyuyan ve sabah kalktığında bir gün öncesini silen bir insan oldum. Spor günlerimin geride kalışını filmlerle kutluyorum :) Neyse mevzubahis bu değil şimdi, geçelim bir kalemde filmleri karalamaya ya da filmler hakkında karalamaya.
Çöp: Lie with Me, saçmasapan ergenlik tripleri ve sorunlu olmayı iki dudak hareketinde sanan bir gencecik, güzelcik kızcağızın gündüz düşleri niteliğinde ilerleyemeyen bir film. Facia oyunculuklar, ahkam kesen bir yönetmen, zırva senaryo; izlemeyin ve de izletmeyin beddua alırsınız benden söylemesi.
Çöp: One for The Money, ya tamam ben romantik komedileri fazla sevmiyorum ama valla da billa da izliyorum; hatta bazılarında azami zevk aldığım bile söylenebilir. Diyenlerin yalancısıyım. Ama bu film var ya olmasın ya, valla olmasın böyle bir film. Katherine Heigl beğendiğim bir oyuncu değil tamam ama bazı filmleri izlenebilirlik seviyesine ulaşabiliyor da, ama bu filmcik ne? Unutun, silin hafızadan, böyle bir film yoksa yazmama da gerek yok değil mi?
Vasat gibi ama değil gibi de: Anonymous, Life as We Know It (bak bu da Katherine Heigl'lı bir film ama çok kötülemiyorum, dalyan yürekli Josh Duhamel, ne bencil bir insanım, göz zevki işte) ve House of Pleasures ya da House of Tolerance olarak da geçiyor. Bu ilginç olabilecek bir film aslında. Tek mekan fahişelik tarihi. Fransız yapınca böyle oluyor işte, başkasının elinde nasıl olurdu bilmiyorum bu "how to being a hooker" konulu film, neyse fazla da beğenmedim bunu belirteyim.

Şimdi gelelim iyi işlere:

The Deep Blue Sea: Yazının fotosunu bu filmden aldım. O kadar güzel bir atmosfer kuruyor ki film diyalogları geçin sadece sahneleri izlemekle bile yetinebilirsiniz. Atmosfer konusunda In The Mood For Love'ı hatırlattı bana. Aslında bu film bu yılki İstanbul Fİlm Festivali'nin açılış filmiydi. Onur ödülü alan yönetmeni Terence Davies de küçük bir konuşma yapmıştı filmden evvel ve ben festival başlarken bu filmle ilgili bir yazı yazacağımı söylemiştim ama bakınız spora başlama örneği. Neyse... Gün bugündür diyelim. Rachel Weisz'ın çok iyi bir performans sergilediği izleyenlerin ortak kabulü olsa gerek. Aslında değişik bir şey söylemeyen bu film, insana bir geçmiş zamanlar güzellemesi yaşatıyor. Eski melodramların tadını yakalıyor ve zaten 50'li yılları anlatıyor. Film içinde geriye dönüşler ve zaman atlamalarıyla biraz zaman algısında oynasa da bir müddet sonra tüm algınızı film yeniden şekillendiriyor ve filmin içinde buluyorsunuz kendinizi. Benim için filmin en büyük başarısı bu. Konusu bu vakitten sonra önemli değil, önemli olan insana yaşattığı o haz duygusu. Müthiş bir güvenin yerle yeksan olmasını izlerken "aşk" denen duygunun insanı nasıl yıktığına şahitlik ediyorsunuz ve müthiş bir haklılık payı çıkarıyorsunuz kadın adına filmden. Dediğim gibi bunun en büyük müsebbibi atmosfer.

If A Tree False:
Bu filmin adını çeşitli adaylıklar aldığında duymuştum ve rastlayınca izleyivereyim dedim. İyi etmişim de izlemişim dediğim belgesellerden oldu. Zaten bünye olarak belgeselden azami etkilenen biriyim. Gerçeklik her ne kadar minimal bir kurmacanın içinde de olsa gerçek işte. Odağına aldığı kişi Daniel McGowen olsa da aslında 11 Eylül sonrası terörizm kavramına bakış açısını sorgulaması açısından çok etkileci geldi film bana. Ekolojik terör bir terör çeşidi midir ve bu insanlar terörist midir? Hassas bir zamana denk gelmese mesela Daniel o cezayı alır mıydı? Bu açılardan baktığımızda sadece ekoloji olmaktan çıkıyor dertler. Bu açıdan bakılmasa bile çevre hassasiyeti konusunda da epey kafa yordurucu bir film If A Tree Falls.

Young Adult: 37 yaşına gelmiş, geçmişi arayan, şimdiden aradığını bulamayan ama hep "gözde" olduğunu varsaydırmaya çalışan bir kadın: Mavis Gary (Charlize Theron). Şimdi bu kadın modelini Theron canlandırınca fazla inandırıcı gelmiyor insana. Ancak Theron'un da Chazlize olduğunu unutuyorsunuz filmi izlerken, yani bu oyuncunun bir başarısı ve bence geçtiğimiz yılın gözde performanslarından biri -her ne kadar göz ardı edilse de- Yönetmen de böyle insanlık hikâyelerinden güzel anlar çıkaran, yakalayan bir kişi: Jason Reitman. Yer yer acınası ve patetik bir kimliğe dönüşen Mavis karakteri aslında çok uzağında durmadığımız biri. Her daim olmasa da bazen -mış gibi yapan, olduğu değil düşündüğü gibi olmaya çalışan (göstermeye çalışan) ve böyle düşünüp yaptıkça da içinden çıkılmazlığa doğru tam yol ileri giden halleri yaşıyoruz, görüyoruz. Fİlm bu açıdan inandırıcılığı fazlasıyla yakalıyor. Ancak Theron'un saçmasapan beslenme halleriyle o kadar güzel görünebilen halleri uyuşmuyor be! Tamam insan depresyonda ne yediğine içtiğine bakmıyor, hatta anlamsız bir yeme hali gelip yapışıyor bünyeye, ancak gerçekte o alışkanlıklar insanı ne hale getiriyor değil mi? Charlize de olsa adamın anasını ağlatır be o içkiler, yemekler! Diablo Cody yine çok iyi bir senaryo yazmış ama ona bir diyecek yok. Jason Reitman'la da kimyaları uyuşuyor ki böylesi hikâyeler yakalayabiliyorlar. Ne diyelim, darısı bir sonraki filme.

Weekend ve Rosetta kaldı çünkü yoruldum. Rosetta ve Dardenne'ler de bir başka yazının konusu olsun. Weekend'in de alternatif romantizm konusunda epey başarılı bir film olduğunu ve tek tipleştiremediğimiz dünyanın tek tip filmlere sığdırılamayacağını bir kez daha yüzümüze vurmasıyla da izlenmeyi hak ettiğini belirtelim. Oyunculuklar çok içte, diyaloglar çok iyi ve bir ilişkinin anatomisi güzel çiziliyor. Budur yani :)

22 Nisan 2012 Pazar

Sessiz sinema şaheserleri 2

Sherlock Jr. Üzerine
 
Sinema bizim için ne ifade ediyor? Bir mucizeyi mi, rüyalar alemini mi, gerçekleri mi? Hepsini veya hiçbirini, az ondan az bundan belki çokça hepsinden. Öyle bir huşû içinde izliyorum ki eski filmleri. Onları aşamadığımızı düşünüyorum hep, hep onlara hayran kalacağımızı. 1924... günümüzden ne kadar da uzak. Buster Keaton'ın hem oynadığı hem yönettiği bir film: Sherlock Jr. Çok deli bu adam ya! Kısa bir filmini izlemiştim, çok değil birkaç ay önce: Neighbors. O kadar eğlenceli ve sinemasal bir filmdi ki. Aslında evet, masal... O dönemi ne kadar karşılar bu sözcük bilmiyorum ama öyle anmayı seviyorum galiba, masal gibi...

Sherlock Jr. esasında sinemada çalışan ama dedektif olma hayali kuran bir adam üzerine 45 dk.lık bir film. Ancak o 45 dk bize o kadar çok şey yaşatıyor ki! Özellikle sinemada film gösterirken daldığı bir rüya var ki Keaton'ın, sizi alıp sinemasal bir evrende gezdiriyor. O döneme göre o kadar incelik barındırıyor ki, günümüzdeki işlerin değeri silinip gidiyor adeta. Orada gerçekten sinemanın ne olduğuna dair düşünmeye başlıyorsunuz. Oradaki adam gibi bir düşü yaşamak mı yoksa? Sanırım bu, bir rüyayı paylaşmak; o rüyanın içinde yaşamak. İşte sinemanın en leziz anları...
Buster Keaton'a o rüyayı gerçek kıldıran sahneler izleyiciler için bulunmaz sinema nimetlerine dönüşüyor. Sinemanın bir mucize yaratmak olduğunu bir kez daha gösteriyor bize. Neden bu sanatı sevdiğimi bir kez daha hatırlattı bana Sherlock Jr. Çünkü denemenin sonu yok sinemada, yaratmanın ve paylaşmanın. Bunu hem düşünce ve duyguyla beslemek hem de rüyanızı birilerine iletmek. Sinema bir anda birçok yerde bulunmayı sağlıyor, aynı Keaton'ın daldığı rüyada oaradan oraya savrulması, bir sahneden diğerine geçerken zaman ve mekanda yolculuk edebilmesi. Sahneleri bambaşka zaman ve mekanda çekerek onları kurguyla biraraya getirdiğinizde izleyicinin algısıyla ne kadar oynayabileceğinizi defalarca göstermedi mi sinema bize? Gerçeklik algısıyla bu kadar oynayabilen bir başka sanat var mı? Gördüğüme inanırım mottosunu bu kadar yıkabilen bir başka sanat?

18 Nisan 2012 Çarşamba

"Sen" Ben"le karşılaşınca

Referanslarında Dazed & Confused ve özellikle Before Sunset olur da benim ilgimi çekmez mi, girişiyle başlamak isterdim tabiî ama filmi izledikten sonra bu ilişkiyi fark ettim. Tesadüfî bir izlemenin aslında hiç de tesadüf olmayan bir beğeniye çıkışı, kapıyı aralayışı: In Search of a Midnight Kiss...

Siyah - beyaz, hüzün ve komedinin bir arada bulunduğu lafbaz bir film. Alex Holdridge yönetmeiş; Scoot McNairy, Sara Simmonds, Brian McGuire, Kathleen Luong oynamış. Meğerse Scoot ve Brian sayın Alex'in gediklileriymiş. E tabiî haliyle önceki ve sonraki işler de merak çemberine girdi artık, bulundukça izlensin ve mest olunsun.

Seviyorum ben böyle küçük işleri. Zeki diyaloglar, kasmayan oyuncular, sırıtmayan bir sıradanlık ve hafif öeşrep bir bakış hayatımıza. Dalga geçiş, ürperiş, ağlayış, gülüş hep bir arada. Belki bazen yabancısı olduğumuz kültür(ler)ün günlük yaşam standartlarına tuhaf baksak da bir noktadan sonra bizi yakalayan samimiyet. Bu tarz filmlerin aslında en güçlü noktası bu: samimiyet.
Hiç bitmez ve de tükenmez bir dertleniştir ilişkiler. Nasıl ve hangi cepheden olduğu önemli değil, ilişki kavramı kendi içinde komplike zaten. İnsan olarak onu bir düğüm haline getirmek ve yorum üstüne yorum dizmek de en becerikli olduğumuz alanlardan biri zannımca. Dolayısıyla bu filmler bitmez, bitmesin de zaten. 
İçinden çıkamadığı (çıkmak istemediği) hafif depresyonik halleriyle sevimli Wilson ve ilk bakışta ne olduğu tam anlaşılamayan, süpriz yumurta gibi bir kadın, Vivien. İkisinin geçmişe, şimdiye ve geleceğe dair duygu ve düşüncelerinin birlikte harmanlandığı bir gün. Bu bize Before serisini hatırlatıyor pek tabiî ki, daha doğrusu başlangıç olması hasebiyle Before Sunrise'ı. 2007'den Sunrise'sal bir bakış. İki yaralı insan, bir gün ve bazen zorlayıcı olsa da fazlasıyla doğal konuşmalar. Paylaşılanlar arttıkça geleceğe doğru kurulmasını beklediğimiz bir köprü ama film açıldıkça önemli olanın bu olmadığını anlamamız. (Peki bu cümle güzel olmadı.) İnsanın en dürüst olabileceği kişi belki bir daha karşılaşmayacağı kişidir değil mi? En azından çoğu senaryo bize bunu söyledi durdu şimdiye kadar. Dolayısıyla yabancıyla yakınlık, mahremiyetin açığa çıkması ve alanının genişlemesi gerçek iletişimin yolunu açıyor iki yabancıya. Böylece gerçek "ben" karşısındaki "sen"le dilediğince konuşabiliyor. Konuşabildiği anda da gerçek ilişki kuruluyor. Ancak böylesi ilişkilere gerçeklikte yer yok. İnsan içini açtıkça mahremiyet sınırlarının kalkması ve ontolojik duvarının gittikçe zorlanması, modern insana yakıştırılamayan bir durum. Yanımıza fazla yaklaşan bir insana korkuyla karışık bir ürperti duyuşumuz ve onu yanımızdan uzaklaştırmak istememizin de temelinde bu var. Kendi duvarımızın yıkılabilme olasılığı... Halbuki perdede gördüğümüz en mükemmel uyum bu duvar yıkıldığında ortaya çıkmıyor mu? Ama bir tesellimiz var değil mi, onlar film; gerçek değil ki! Kendimizi kandıraduralım; böylesi filmler karşımıza çıktığında hatırlarız yine.