31 Mart 2012 Cumartesi

Hoşgeldin Sinemanın Baharı


Geldi yine ayların en heyecanlısı ve baharın en güzel müjdesi, festivalin baharı nisan ayı :)

Dün akşam yapılan törenle 31. İstanbul Film Festivali başlamış oldu. Açılış filmi Terence Davies'in son filmi 'The Deep Blue Sea/Aşkın Karanlık Yüzü'... Filmle ilgili düşüncelerimi en kısa zamanda paylaşacağım. İlkin festival önerilerimin bulunduğu şu sayfaya bir göz atın: http://www.filmlerim.com/makale/11637/sinema-yazarlarindan-istanbul-film-festivali-icin-oneriler?g=14

Tabiî bunlar on filmle sınırlandırılan listeler, dolayısıyla 220 gibi bir sayıyla film kapasitesine sahip bir festivalden on film çekip çıkarmak haliyle zor. Bunlar benim merak ettiklerim diyelim :)

Festivaller bana hep izlediğim filmleri bile bir kez daha izleme isteği verir. Mesela bu yıl The Wall, Moulin Rouge, Ashes of Time gibi filmlere bilet almamak için kendimi zor tuttum. O filmleri bir kez daha izlemek, büyük perdede, o büyülü ortamda bir kez daha zevkini çıkara çıkara seyretmek elbette ki müthiş. Ancak izlenecek o kadar film, keşfedilecek o kadar yeni isim var ki. Bu filmlerin bir kısmını Emek'te izlemek istemenin de burukluğu... Emeksiz üçüncü festival oluyor bu. 

Festival boyunca yazmaya çalışacağım. Başarılı olamazsam festival sonrası yazarım, gönül bağımın en derinden kurulduğu İstanbul Festivali'ne vefa borcumu belki yazarak ödeyebilirim. Öy le bir festival ki haberleri çıkmaya başladığı anda insanın kalbine farklı heyecanlar yaşatıyor. Biri bittiğinde gelecek yıl için beklenilmeye başlanıyor. Bu güzel bahar günlerinde kırın okullarınızı, işlerinizden kaçamaklar yapın, bir filme dalın ve fida filmin o müziğini duyarak başlayın filmi izlemeye. Ve hep birlikte bağırın: Bırakın artık EMek'in yakasını, bırakın festivallerimizi, onlar bizim.




11 Mart 2012 Pazar

Ben sana hayran sen cama tırman


Evet, aslında tam da bu: Sevdim, sevilmedim; seveni senemedim... Hatta canımdan böyle bezdim amaaannn...

Joaquin Phoenix, bir Thomas Vibterberg (ki kendisinin aşırı hayranıyım, öyle de bir şey var) filmi 2003 menşeili It’s All About Love’da oynayıp da benim gözüme âşık tipli adam olarak takıldıktan sonra Two Lovers’ı izlememek olmazdı. (Yani şimdi bu cümleden benim Joaquin’i bu filmle tanıdığım sonucu çıkmasın, hayır, ben onu bu âşık adam hallerine yakıştırmaya bu filmle başladım.) Neyse... Two Lovers (imdb linkini de verelim de teferruat için bknz: http://www.imdb.com/title/tt1103275/.) iki kadın bir adam hikâyesi gibi görünüyor evveliyatında. Zaten ismi bile bunu çağrıştırıyor, sanki iki kişi bir kişiye âşık gibi. İşin rengi o değil; şu durumda başarısız bir film adıyla karşı karşıya olduğumuzu belirteyim. (Aslında bu da çok güzel bir konu, başarısız film isimleri... )

Leonard (J Phoenix) depresif bir ruh haliyle filmi açtığı andan itibaren, farklı bir şekilde sempati duymaya başladığım bir karakter oldu. Dolayısıyla onu üzecek herhangi bir gelişmeyi / değişmeyi baştan bir reddediş haliyle koyuldum filmi izlemeye. Filmin iki ailesi (Leonard ve Sandra hanım kızımızın ailesi) belli ki bu iki genci baş göz etmeye meyilliler... Ancak ortada da bir terslik var o da Leonard’ın komşu kızı Michelle (Gwyneth Paltrow, nam-ı diğer soğuk nevale, buz kraliçe, donuk bakış, itici gülümseyiş... biri beni durdursun :p )

Yazının bundan sonrası ciddi devam edecektir

Bir filmin insanı yakalayış sebepleri çok çeşitli olabilir. Ama kanımca en güçlü sebep, filmin izleyicisiyle bir şekilde kurduğu bağdır. O bağ da genellikle birikimlerimizin filmi anlamlandırma sürecimizle eşzamanlı gitmesidir. Filmler hatıralarımıza ne kadar dokunursa o kadar derinden bir bağ yaratır kendileriyle bizim aramızda. Aslında illaki yaşamış olmak gerekmez birebir aynı durumu / olayı. Ancak empati kurabilmek veya tanık olunan her türlü hayat anına tekabül eden ayrıntılara filmlerde rastlamak insanı derinden etkiler, hatta yüreğini sızlatır.
Birini sevebilme ile sizi seven birini sizi sevdiği için sevebilme hali çoğu zaman birbirine karışır. İnsan o kadar bencil bir yaratık ki sadece sevildiği için bile yanında tutabilir seveni. Bir de sevdiğine (ya da sevdiğini sandığına) hastalıklı bir şekilde bağlı kalma durumu vardır ki o beterlerin de beteridir. İnsanın kendine güveni gittikçe tabana doğru inişe geçer, insan kendini güçsüz ve savunmaya muhtaç hisseder. Gittikçe uzaklaşan sevgili sanki sizi kendine mıknatıs gibi çeker ve onun bu çekiminden kurtulamazsınız. Belki de kurtulmak dahi istemezsiniz. İşte bu iki halin dışavurumu Leonard ve Michelle. Leonard, zaten arızalı bir geçmişten yeni paçayı sıyırabilmeye başlamışken belki ona iyi gelebilecek (bakın yine benciliyetle karışık bir ruh hali) Sandra’yı kendinden öteye iteklerken, âşık olmaması gereken bir adamla halihazırda bir ilişki yaşayan patetik halleri belki biraz kendisine benzeyen Michelle’e abayı yakıyor. Aslında bu tam aşk mı bilemiyorum çünkü o aşkın filizlenme hali veya gelişimi inandırıcı gelmedi bana. Gerçi Leonard’ın hazırbulunmuşluk hali de olabilir bu aşkın ortaya çıkmasında. Biri Leonard’a doğru giderken diğeri Leonard’da giden ve de götüren iki kadın... Çekici olan sanırım insanın kendi kendine işkence etmeyi sevme haliyle eşdeğer olmasından Michelle. Tabiî ruh hali olarak daha kırılgan ve ilgiyle muhtaç olması ve Leonard’ı tam da bu noktada iyileştirmesi (ona bakacak kollayacak diye kendini unutuyor Leonard ve birden sorumluluk onu büyütüyor gibi) Michelle’i bir adım öne taşıyor. Aslında bu filmde Leonard’ın  da Michelle’in  de ruh halleri hiçbirimize yabancı değil. İster onayalım ister yadsıyalım onlar çok tanıdık “insan”lar. Filmin başarısı da bu belki. O insanları iyi yakalamak ve anlatmak.

Filmde yüreği burkan bir ayrıntı var ki onu anmadan geçemeyeceğim.

Leonard her şeyi yoluna koyduğunu düşünürken ve biz seyirci olarak aslında hiçbir şeyin yolunda olmadığının farkındayken Leonard’ın yüzündeki sevinç / endişe karışık hali yakalamak, o hiç istemediği seçeneğin aslında başından beri varolduğunu anlamasına ramak kala içindeki dindiremediği heyecan / üzüntüyü kavrayabilmek... İşte bunu yansıtabilmek izleyiciye... Filmin en sevdiğim yönü bu oldu.

Bir de şunu söylemek istiyorum, yeter ama artık ya. Kaçsınlar ve birlikte mutlu olsunlar istiyorum âşıklar. Mesela The Graduate’in sonunda Ben ve Elaine’in yüzündeki endişeyi görmek istemiyorum. Engele takılmasınlar istiyorum. “Ne yapacağız şimdi? Peki şimdi ne olacak?” diye düşünmesinler istiyorum. Zaten biz çok düşünüyoruz bunları ve yerimizden kıpırdamıyoruz, bari filmlerde özgür kılın bizi. Bak sinirlendim simdi!

4 Mart 2012 Pazar

Sunrise mı, Sunset mi?


Cevabım, Sunset... Belki gün batımının daha fazla hüzünlü olmasındandır (gerçek manasında, film değil )
***Spoiler içerir***

-Neden gelmedin Celine?
Jesse karakterinin kırılma noktası budur filmde. (Kalp kırılması değil, doruğa çıkan veya çıkamayan duyguların gösterilmesi manasında  ) Nehrin üzerinde giderken aslında ikisinin de kafasında 9 yıldır var olan bir soru vardır. "Nasıl olurdu?" Veee bu ihtimali ilkin yok eden Celine'dir. Gelmemekle o bitirmiştir bir nevi ikisinin muhtemel beraberliğini. Belki sebepleri vardır; ancak bunlar yine de mantıklı gelmiyordur Jesse'ye. İnsan "tamam" der "haklısın" "öyle olmalıydı, sebeplerin vardı" Ancak yine de "ne olurdu" diye sormadan "nasıl olurdu" diye düşünmeden duramaz. İşte bu geçen 9 senende Jesse'nin bunları sorduğunu görürüz. Celine'nin de tabii. Aslında burada vurucu olan nokta, "yaşanmamışlık"tır. Yaşanmamış olasılıklar, yaşanmamış bir aşk, yaşanmamış gelecek... Peki yaşamamışlar mıdır? Tabii ki yaşamlarını sürdürmüşlerdir; ama bir diğerinin aklı ötekinde kalarak. Suçlu var mıdır? Çoğu zaman suçlu Jesse'dir çoğu zaman da Celine!! Gerçek??!! Aslında ikisi de değil... ihtimaller herkesi cezbeder; belki de bunca çabanın sebebi budur. Bunca gayretin (kitabı niçin yazdığını açıklarken Jesse bu su yüzüne çıkar tabii  )...

-Niye gelmedin Celine?
Bu soruyu sormayı beklemiştir yıllarca. Çocuğunun annesi olarak onu düşlemiş, sabah uyandığında yanında görmeyi umduğu kişi hep Celine olmuştur. Bu yönden bakıldığında çok hüzünlü bir insandır Jesse, tıpkı gün batımı gibi...

Ya Celine?
9 yıl boyunca hayatına birçok kişi girip çıkmış, belki de büyük annesinin ölümüne daha çok Jesse'yle buluşmasını engelleyen bir olay olarak da bakmaktan kendini alıkoyamamıştır. Tabii Jesse'nin evlenmesini sindiremediği de bir gerçektir. Yine bir birlikteliğin sürdürücülerinden biridir o. Yaşamamaktadır, sadece sürdürmektedir. Biz Jesse'nin de öyle olduğunu biliriz. Peki birlikte olsalardı yaşayacaklar mıydı?
Bunun cevabını bilemeyiz. Fİlmde de bulamayız. Çünkü bunun bir cevabı yok.
Celine, karkater olarak filmde Jesse'den daha baskın. Yaşadığı kırılganlıklar, güçlü görüntüsünün, kendine yetebilme kabiliyetinin altında kedisinde şevkat bulan, sevilmeyi bekleyen bir kadın o. Kırılgan... Bu yapıyı Delpy fazlasıyla yansıtabilmiş perdeye. Özellikle arabadaki öfke nöbeti akıldan çıkmayacak gibi. O da kızgın aslında Jesse'ye.

İlk karşılaştıklarında kitapçıda, her şey ne kadar da düzgün görünüyor. Her ikisi de hayatından memnun, birbirlerini gördüklerinden biraz şaşkın ama bütünüyle sevinç dolu. Dakikalar biraz ilerledikçe, ikisinin de kızgınlıkları, sevinçleri, hüzünleri, sinirleri, düşünceleri, kayıpları ortaya çıkıyor. Bir nokatadan sonra saklamak yersiz kalıyor. Başka bir zaman daha yok çünkü... Uçağın kalkmasına sadece dakikalar var.
-Bugün dünyanın yok olacağını bilsen, yine benimle böyle felsefik konuları mı tartışırdın?
-Evet, ama bunu bir otel odasında seninle sevişirken yapardım...
Müthiş sahnelerden biri de bu! Birbirlerinin paylaştıkları her açı onların birbirleri için yaratıldıklarının bir simgesi gibi. Ya da böyle düşünmek her ikisi için de bizim için de fazlasıyla çekici

Dairenin merdivenlerini çıkarız bir bir... Celine'nin şarkılarını dinleriz. Veee son diyaloğu duyarız:
-Baby, you gonna miss that plane!
-I know, I know...

Bir son mu??? Hiçbir zaman çizilmedi ve yazılmadı ki!

"Rüya alınyazısıdır"

"Rüya alınyazısıdır"Hayata dair neler diyor eşsiz karelerden birinde Linklater'ın gözü ve kalemi:
"Elindekilerle ne yaptığın sana bağlı. Bu, elinizde boya kalemleriyle gelmek gibidir. Çizginin dışına taş, her yeri boya!"
Belki de filmin anlatım tekniğini en iyi açıklayan cümleler bunlar. Çizgi dışına taşan çerçevelerle, insan tiplemeleri ve çevre yeni bir boyut kazanıyor. "gerçek"in (ki ne olduğu belli mi?) katı çizgilerinin üzerine bir boya darbesi vuruluyor, bir de böyle bakın deniliyor. Hiçbir şey kesin çizgilerle belirtilmemiş. Her şeyin bir "belki"si vardır değil mi?

Filmde çeşitli insan tiplemeleri (ki tanıdık yüzleri görmek ayrı bir tat bile veriyor filme) gerçeğin ne olduğuna veya olmadığına, sebeplerimize veya sebepsizliğimize, yaşamımıza veya ölümümüze dair, akıllarının her köşesinden geçip ağızlarına dökülen kelimelerle düşüncelerini paylaşıyorlar bizlerle. Daha doğrusu Linklater paylaşıyor; bazen sıradan (!) bir taksicinin haykırışlarıyla, bazen bir sanatçının duyarlılığıyla, bazen bir bilim adamının rasyonel ve ötesi dokunuşlarıyla... Hep beraber sorguluyoruz hayatı ve kendimizi.

Filmde çok önemli sorular çıkıyor tabii ki önümüze:
"İnsanoğlunun en büyük özelliği nedir: korku mu tembellik mi?" bunu soruyor Linklater bazı karelerde. Biz de başlıyoruz: düşünmemizi ne engelliyor? üretme yerine tüketme haline ne zaman geçtik? Böylelikle hem filmin içine giriyor, Linklater'la ortak oluyoruz hem de böylelikle pasif izleyici olmaktan da çıkıyor "aktif" konuma geçiyoruz bir bakıma.
Filmin bir karesinde de dendiği gibi, gerçekten ihtiyacımız mı var kargaşaya? Bununla ve pasifize olmayla ilgili, filmde medyaya dair tesbitler de önemli. Zaten bu güç, "pasif" olma durumumuza bir sebep olarak da gösteriliyor. Güdümlenmeye alışmış insanlar olduk çıktık ne yazık ki! "Şunu düşün, bunu al" vb yönlendirmeleri sineye çekiyor "aktif" katılımımızı saklıyoruz hayattan.
Çaldığı müzik aletinin tellerine dokunan kahramanın ağzından, kendisine verilen bir öğüdü dinliyoruz:
"Yapabileceğin en büyük yanlış, hayatın bekleme odasında beklerken hayatta olduğunu sanmak. İşin püf noktası..." gerisini dinlemek için filmi izlemek gerek. 

"Rüyanın devam ettiği sürece gerçek olduğu söyleniyor. Aynı şeyi hayat için söyleyebilir misin?"

Tüm bu sorulara cevap bulmak zor iş. Ama belki iyi bir kılavuz olabilir Waking Life. Zaten Linklater'ın sizinle paylaştığı düşünceleri dinlemek, filmi değişik açılardan okumak insana güzel bir deneyim yaşatıyor. Yalnız olmadığınızı düşünüyorsunuz. En azından ben öyle düşündüm. Aklımdan geçen kimi düşünceleri filmde buldum. Sorularımı tekrar sordum. Tabii ki tüm bunları yaparken, en beğendiğim yönetmenlerden biriyle ortak olduğumu düşünmek büyük bir hazdı. Ortak paydalar yakalamak güzel bir deneyimdi.

Belki de en iyi cevaplardan biridir Hayata Uyanmak

3 Mart 2012 Cumartesi

Parlak Çocuklar Güzel Kız Masalı


Bu yazı, bu hafta ters ninja'da yayınlanan yazımın uzun versiyonudur. 

İyi Olan Kazansın ya da Âşık Siyahlı Adamlar

Belki uzunca bir süredir romantik komedi açlığı çekiyordu sinemaseverler ya da şubatın on dördüne denk getirilemeyen ve sonrasında bu açık kapatılmalı diyenlerin bir oyunudur bu bize. Tabiî ki girizgâhtan çok açık olmasa da romantik komedilere karşı duruşu / hissiyatı belli olmuştur bu satırların müellifinin.

Birkaç gündür romantik komedileri hatırlamak için bu türde filmler izliyorum. Biraz da İyi olan Kazansın (This Means War) filmine hazırlık babında. Karşılaşacaklarımı önceden bilmek ve savunmamı ona göre kurmak maksadıyla fazla cömert davrandım sanırım bünyeme çünkü bana en kötü sözleri söyletecek filmleri dahi izledim. Şimdiki konumuz bu değil tabiî dolayısıyla esas konumuz olan filme dönüyorum. Dönüyorum ama romantik komedilerin yapılarını hatırlamadan ve hatırlatmadan olmaz.

Romantik komediler sinemanın altın çağından bu yana temcit pilavı kıvamında varlığını sürdüren bir tür. Aslında bir süre unutulması ve doksanlarda yeniden hayat bulması (Özel Bir Kadın – Pretty Woman müsebbibidir bu gelişimin) ile yeniden kazandırıldı sinemaya. Ne romantik komediler gördük diyebiliriz. Gördük görmesine de sizi bilmiyorum ama bana hiçbiri Roma Tatili (Roman Holiday, 1953), Bir Gecede Oldu (It Happened One Night, 1934) veya Philadelphia Hikayesi (The Philadelphia Story, 1940) gibi filmlerin verdiği zevki vermedi. Örnekler çoğaltılabilir tabiî ki ama yazacağım her örnek yazdıklarımla hemen hemen aynı yılların filmleri olur. Bunun belki günümüzün değişen değerlerinin artık bizi inandıramadıkları aşk’la alakası vardır. Bu yüzden elli altmış yıllık filmlerin daha bir inandırıcı olduğu, oradaki dünyanın bize masal gibi geldiği ve bu nedenle de garip bir zevkle o filmleri sevdiğimiz söylenebilir. En azından benim için öyle...

İyi Olan Kazansın, romantizm, komedi ve aksiyonu bir araya getirmeye çalışmış bir film. En azından erkek karakterlerin (karakter demek fazla iddialı olur) ajan olması bu vaadi sunuyor izleyiciye. Filmin açılışı da dahil olmak üzere filme yedirilmeye çalışılmış birkaç aksiyon sahnesi de var. Yönetmenin (McG) Charlie’nin Melekleri (ikisi birden) ve Terminator Salvation gibi geçmişi olunca filmin aksiyon yönünün bulunması çok da tesadüf değil. Yalnız filmin aksiyonu sadece sos niyetine kullanılıyor, bir nevi romantik bir komediye erkek izleyici kazandırma / çekme yöntemi olarak da yorumlayabiliriz bu çabayı.

İki ajan var demiştik filmde, bunlar, Tom Hardy’nin canlandırdığı Tuck ve Chris Pine’nın canlandırdığı FDR Foster. Tom Hardy’yi geçen birkaç yılın prestijli filmlerinden hatırlıyoruz. Hatta en son Köstebek (Tinker, Tailor, Soldier, Spy) filminde izledik. Nasıl bir talihsizlikle bu filmde rol almış ben henüz anlamlandırabilmiş değilim. Bu iki ajanın arzu nesnesi kıvamında bir rolle de Reese Witherspoon (Lauren) çıkıyor karşımıza. Witherspoon o kadar sempatik bir kadın ki seksilik üzerine sonradan eklenmiş gibi duruyor. Şimdiye kadar inişli çıkışlı performanslarını izledik, romantik komedilerde de oynadı ancak hiçbir filmde –en azından benim izlediklerim arasında- hiç bu kadar sırıttığını görmemiştim. O kadar yapay bir rol ki her anından akıyor bu. İki erkeği kendine anında deli divane edecek bir hali yok ne yazık ki Lauren’in. Bu tarz filmlerde oyunculara biçilen role inanmadığınız anda tüm zemin yıkılır. Olmayan bir zemin üzerine bir filmi inşa etmek zordur haliyle. Üstelik filmin açılışından kapanışına o kadar çekici kılınmaya çalışılmış sahnesi var ki! Tüm yapaylık ayyuka çıkmış. Filmde erkekler de kadınlar da çok tipik çizilmiş. Tamam, iki erkek oyuncunun çekiciliğin zirvesinde olmaları kadının da aynı şekilde tam âşık olunacak kadın hali çizmesi bu tarz filmlerin seyirciye yutturulacak haplarından biri olabilir. Ama çizdiğiniz tiplere bu kadar klişe cümlelerle yaklaşır, jest ve mimiklerini bile bu kadar inandırıcılıktan yoksun kılarsanız elinizde işte İyi Olan Kazansın gibi bir film kalır.

 

**Yazının buradan sonrası filmin gelişimi hakkında ayrıntı içermektedir**

Filmin serim bölümünde bize tanıtılan kahramanlarımızdan Tuck (Tom Hardy), başından bir evlilik geçmiş, oğlu olan, kadınlara nisbeten nazik ve şefkatli davranan bir erkek. Bu haliyle de daha çekilebilir biri. FDR Foster (Chris Pine) ise snob, ukala tavırlarıyla açıkça ehlileştirilmek istediğini bangır bangır bağıran bir tip. Dolayısıyla hani dünyanın da bir genel geçer kuralı olarak “kadınlar beyefendilerden değil serserilerden hoşlanır” klişesini önümüze serecek denli düşmüş bir film bu. Tabiî ki bu iki erkek arasında kalan güzel kızımızın “erkek ihtiyacı” eski sevgiliye atılacak bir havadan ibaretken birden aşka evrilebiliyor. Klasik işleyişle kızla erkeğin (tabiî burda iki erkek) karşılaşması, hoşlanma, taktik, bocalama yine taktik ve doğru davranışı bulabilme... Tüm bu yollardan geçiyor film. Yalnız bu yollardan geçerken erkeklerin ajan olması sebebiyle kızın hiç özel hayatının kalmaması filmin zaten bozuk olan yapısına bir de ahlak yanlışlıklarını ekliyor. Bu açıdan da çok rahatsızlık veriyor izleyene. (Tabiî bundan rahatsızlık duymayanlar olabilir ancak eve dinleme cihazı ve kamera yerleştirilmesi ve iki rakip erkeğin her biri kızla birlikteyken diğerinin ekibiyle gelişmeleri izlemesi beni rahatsız etti.)

Uzun sözün kısası, İyi Olan Kazansın hem etik açıdan hem de film dinamikleri açısından zevk vermeyen bir seyirlik. Ancak Tom Hardy’nin varlığı filmi daha izlenebilir kılıyor diyebilirim.


2 Mart 2012 Cuma

E sen basbayâ Marilyn olmuşsun


My Week with Marilyn üzerine...

 

İzleyenler yukarıdaki sahneyi hatırlayacaklardır. Sanırım izlerken en etkilendiğim sahne bu olmuştu. Marilyn Monroe ile genç Colin gezintiye çıkmışlar ve okullu genç erkeklerin" Marilyn burda, Marilyn burda" coşmalarının ardından Michelle Williams gerçek kimliğindeki Marilyn Monroe birden gerçek Marilyn Monroe'ya dönmüştü. Bu değil tabii sadece etkileyici olan. O sahnede Marilyn, Colin'e dönüp "O olayım mı?" minvalinde bir şey demişti, şimdi tam hatırlamıyorum o cümleyi ama her halinden kendisinin de Monroe olarak Monroe'yu oynadığı, aslında en hazin olanın da bu olduğu orada çok çarpıcı bir biçimde görülüyordu. Aferin kız Michelle, ne de güzel Marilyn'lik yapıyordu. Yani biraz daha açık söylemek gerekirse, Michelle Williams Marilyn Monroe rolunde Marilyn'in Marilyn'i oynadığını ne de güzel gösteriyordu. (oh be galiba açıklayabildim)

Monroe beni uzun zamanlardır etkileyen bir kadın. Elimde olsa ona tüm merhamet ve şefkat duygularımı iletmek isteyeceğim biri. Küçükken sık sık ansiklopedi okurken neye bakarsam bakayım mutlaka Monroe başlığını da okurdum, tekrar tekrar. O kadar güzel bir kadının niye intihar etmek isteyeceğini aklım almazdı. Çocukluk işte... My Week With Marilyn diye bir film çekileceğini duyduğumda o çocukluk yıllarımın heyecanını hissettim ve fragman geldiğinde Michelle Williams'ın tüm tatlılığıyla Monroe gibi olmasa da ışıldadığını gördüm. Evet, kimse Monroe olamazdı ancak Monroe gibi olabilirdi. Bu çok doğal... Günü gelip de filmi izlediğimde Williams'ın ilk göründüğü sahneden itibaren Monroe'yu yaşatma isteği ve becerisi beni sevindirdi. Film kabaca hatlarıyla bakıldığında Marilyn Monroe'nun 1956 yılında (ölümüne altı yıl kala) bir Laurence Olivier filmi olan The Prince and The Showgirl'ü çekmek için İngiltere'ye gidişini ve orada ona arkadaşlık eden Colin'i anlatıyor. Tabiî filmin Marilyn'in hayatından kısa bir süreci anlatmaya soyunması onu anlamamız konusunda eksiklikler oluşturuyor. Otuz yaşına gelmiş, ününün doruğunda ama bir tarafıyla da yaşlanma / unutulma korkusu sinyalleri de veren bir yıldız.

Star kumaşı her ne ise Marilyn'in ondan dokunduğu açık... Filmin de onun bu yönünü es geçmek istememesi ve her fırsatta diğer oyuncuların ağzından "onun göründüğü her sahne ışıtlılı" "o bir yıldız" minvalinde sözler söylemesi boşuna değil. Zaten Monroe'nun da ekran personasını bilenler için bu yargı, önceden bir kabulleniş. Dolayısıyla Williams'ın esas başarısı gerçekten de o ışığı gösterebilmesi. Film içindeki filmde Marilyn'in oynadığı her sahneyi Marilyn gibi oynayabilmesi büyük başarı. Film dışındaki filmde ise, Marilyn'in naif, duygusal yönünü iyi yakalayabilmesi... Onun sevgiye açlığını ve bu açlığın onu zaman zaman çekilmez biri yapmasını, starlaştıkça kendine güveninin eksilmesi ve terk edilme hissiyatının artması gibi çelişkileri Williams iyi yansıtıyor. Ancak film genel olarak senaryosu, ele aldığı konuyu işleyiş biçimi açısından vasatî sularda yüzüyor.

Ama yine de var mı böyle bir güzellik diyerek tek özelliği Marilyn'i anlatması olduğunu bilsek bile bu filmi sevmemek elde değil.