22 Nisan 2012 Pazar

Sessiz sinema şaheserleri 2

Sherlock Jr. Üzerine
 
Sinema bizim için ne ifade ediyor? Bir mucizeyi mi, rüyalar alemini mi, gerçekleri mi? Hepsini veya hiçbirini, az ondan az bundan belki çokça hepsinden. Öyle bir huşû içinde izliyorum ki eski filmleri. Onları aşamadığımızı düşünüyorum hep, hep onlara hayran kalacağımızı. 1924... günümüzden ne kadar da uzak. Buster Keaton'ın hem oynadığı hem yönettiği bir film: Sherlock Jr. Çok deli bu adam ya! Kısa bir filmini izlemiştim, çok değil birkaç ay önce: Neighbors. O kadar eğlenceli ve sinemasal bir filmdi ki. Aslında evet, masal... O dönemi ne kadar karşılar bu sözcük bilmiyorum ama öyle anmayı seviyorum galiba, masal gibi...

Sherlock Jr. esasında sinemada çalışan ama dedektif olma hayali kuran bir adam üzerine 45 dk.lık bir film. Ancak o 45 dk bize o kadar çok şey yaşatıyor ki! Özellikle sinemada film gösterirken daldığı bir rüya var ki Keaton'ın, sizi alıp sinemasal bir evrende gezdiriyor. O döneme göre o kadar incelik barındırıyor ki, günümüzdeki işlerin değeri silinip gidiyor adeta. Orada gerçekten sinemanın ne olduğuna dair düşünmeye başlıyorsunuz. Oradaki adam gibi bir düşü yaşamak mı yoksa? Sanırım bu, bir rüyayı paylaşmak; o rüyanın içinde yaşamak. İşte sinemanın en leziz anları...
Buster Keaton'a o rüyayı gerçek kıldıran sahneler izleyiciler için bulunmaz sinema nimetlerine dönüşüyor. Sinemanın bir mucize yaratmak olduğunu bir kez daha gösteriyor bize. Neden bu sanatı sevdiğimi bir kez daha hatırlattı bana Sherlock Jr. Çünkü denemenin sonu yok sinemada, yaratmanın ve paylaşmanın. Bunu hem düşünce ve duyguyla beslemek hem de rüyanızı birilerine iletmek. Sinema bir anda birçok yerde bulunmayı sağlıyor, aynı Keaton'ın daldığı rüyada oaradan oraya savrulması, bir sahneden diğerine geçerken zaman ve mekanda yolculuk edebilmesi. Sahneleri bambaşka zaman ve mekanda çekerek onları kurguyla biraraya getirdiğinizde izleyicinin algısıyla ne kadar oynayabileceğinizi defalarca göstermedi mi sinema bize? Gerçeklik algısıyla bu kadar oynayabilen bir başka sanat var mı? Gördüğüme inanırım mottosunu bu kadar yıkabilen bir başka sanat?

18 Nisan 2012 Çarşamba

"Sen" Ben"le karşılaşınca

Referanslarında Dazed & Confused ve özellikle Before Sunset olur da benim ilgimi çekmez mi, girişiyle başlamak isterdim tabiî ama filmi izledikten sonra bu ilişkiyi fark ettim. Tesadüfî bir izlemenin aslında hiç de tesadüf olmayan bir beğeniye çıkışı, kapıyı aralayışı: In Search of a Midnight Kiss...

Siyah - beyaz, hüzün ve komedinin bir arada bulunduğu lafbaz bir film. Alex Holdridge yönetmeiş; Scoot McNairy, Sara Simmonds, Brian McGuire, Kathleen Luong oynamış. Meğerse Scoot ve Brian sayın Alex'in gediklileriymiş. E tabiî haliyle önceki ve sonraki işler de merak çemberine girdi artık, bulundukça izlensin ve mest olunsun.

Seviyorum ben böyle küçük işleri. Zeki diyaloglar, kasmayan oyuncular, sırıtmayan bir sıradanlık ve hafif öeşrep bir bakış hayatımıza. Dalga geçiş, ürperiş, ağlayış, gülüş hep bir arada. Belki bazen yabancısı olduğumuz kültür(ler)ün günlük yaşam standartlarına tuhaf baksak da bir noktadan sonra bizi yakalayan samimiyet. Bu tarz filmlerin aslında en güçlü noktası bu: samimiyet.
Hiç bitmez ve de tükenmez bir dertleniştir ilişkiler. Nasıl ve hangi cepheden olduğu önemli değil, ilişki kavramı kendi içinde komplike zaten. İnsan olarak onu bir düğüm haline getirmek ve yorum üstüne yorum dizmek de en becerikli olduğumuz alanlardan biri zannımca. Dolayısıyla bu filmler bitmez, bitmesin de zaten. 
İçinden çıkamadığı (çıkmak istemediği) hafif depresyonik halleriyle sevimli Wilson ve ilk bakışta ne olduğu tam anlaşılamayan, süpriz yumurta gibi bir kadın, Vivien. İkisinin geçmişe, şimdiye ve geleceğe dair duygu ve düşüncelerinin birlikte harmanlandığı bir gün. Bu bize Before serisini hatırlatıyor pek tabiî ki, daha doğrusu başlangıç olması hasebiyle Before Sunrise'ı. 2007'den Sunrise'sal bir bakış. İki yaralı insan, bir gün ve bazen zorlayıcı olsa da fazlasıyla doğal konuşmalar. Paylaşılanlar arttıkça geleceğe doğru kurulmasını beklediğimiz bir köprü ama film açıldıkça önemli olanın bu olmadığını anlamamız. (Peki bu cümle güzel olmadı.) İnsanın en dürüst olabileceği kişi belki bir daha karşılaşmayacağı kişidir değil mi? En azından çoğu senaryo bize bunu söyledi durdu şimdiye kadar. Dolayısıyla yabancıyla yakınlık, mahremiyetin açığa çıkması ve alanının genişlemesi gerçek iletişimin yolunu açıyor iki yabancıya. Böylece gerçek "ben" karşısındaki "sen"le dilediğince konuşabiliyor. Konuşabildiği anda da gerçek ilişki kuruluyor. Ancak böylesi ilişkilere gerçeklikte yer yok. İnsan içini açtıkça mahremiyet sınırlarının kalkması ve ontolojik duvarının gittikçe zorlanması, modern insana yakıştırılamayan bir durum. Yanımıza fazla yaklaşan bir insana korkuyla karışık bir ürperti duyuşumuz ve onu yanımızdan uzaklaştırmak istememizin de temelinde bu var. Kendi duvarımızın yıkılabilme olasılığı... Halbuki perdede gördüğümüz en mükemmel uyum bu duvar yıkıldığında ortaya çıkmıyor mu? Ama bir tesellimiz var değil mi, onlar film; gerçek değil ki! Kendimizi kandıraduralım; böylesi filmler karşımıza çıktığında hatırlarız yine.

10 Nisan 2012 Salı

festival gelmiş benim neyime

Bu yıl yaşadığım durum tam da bu! Tamam seçtiğim filmler açısından geçen yıldan daha öndeyim, çok falsolu bir seçimim olmadığı şimdiye kadar da ama gidebilseydim filmlere :/ 

İlk haftayı çeşitli nedenlerden dolayı es geçmek zorundaydım, e haliyle abandım ikinci haftaya. Güzel de başladım (tabii aynı gün aynı saate alınan iki antidepresan filmini saymazsak) Aşk Perisi ile başladım coşmaya ki ne coşma. İçim böyle kıpır kıpır hani tutmasalar filmlerden filmlere koşacağım. Üç yetmez dört tane, dört de yetmez beş tane, ver ver verrrr modundayım. Şöyle iki film oynasa da bir ona bir buna baksam diyorum, fena mı olur günde on. Tam bir film arsızı rolündeyim, kıyafetlerim bunu gösteriyor hatta. 
Aşk Perisi, tam antidepresan bölümüne uygun bir seçim olmuş. Rumba'dan sonra bizim çılgın üçlü yeniden bir arada. Ama antidepresan bir film varsa festivalde o da Starbuck'tır. Arayın, bulun, izleyin, izletin. Komediyim deyip de komedi olan nadir filmlerden biri Starbuck. (festivaldeki adıyla Benim 533 Çocuğum Var, maşallah) İflah olmaz bir çocuk ruhlui saf adam David; seni yeniden görmek isteriz perdelerde. David'i canlandıran zat-ı muhterem de Ozan Güven'e ne çok benziyordu, filmi izlerken kendimi Türk filmi izliyorum zannettim o derece yani. (ama bir Türk filminde asla göremeyeceğimiz bir konu vardı orda ayıyordum ama olsun)

Neyse, aslında sıradan gitmek gerek. Aşk Perisi'nden sonra (evet, hatırlamıyorum, o kadar mı silmek istedim hafızamdan yahu?) Geçelim bir kalemde, yok yok neyim var benim yahu! Öfkeliler'i izledim tabiî hatta bir anda aktivizmden coşan bünyeyi sokaklara atmak, haykırmak istedim. Tony Gatlif, sana saygım büyük. Filmini burada iki cümlede geçmeyeceğim; sana ayrı bir başlık ayıracağım. Uzun bir süredir içimi böylesine coşturan, beni sövdüren, ağlamaya meylettiren film olmamıştı. Nefes'i izledim sonra, bir nefeste geçemedi film çünkü City's'in o festivale hiç benzemeyen havası beni yerle bir etti. Elinde mısırla filme girenler oldu yahu!! Bu mudur? Zaten en önde oturuyordum, zemin de çelik miymiş neymiş her gelen geçenle sarsılıyorum. Sinirlerim hoplama seviyesinde. Zaten Öfkeliler'den çıkmışım, değmeyin yakarım modundayım. Neyse ki Nefes'in başrolündeki sevimli Avusturyalı genç geldi bizlere seslendi de sinirim yatıştı biraz. Ha bir de en önde ayaklarınızı uzatmak için küçük puflar var ya (ya da adı neyse) onlara ayaklarını uzatarak izliyorlar filmi, hadi onu geçtim çocuğu da öyle dinleyen çıktı ya yuh!! Bu mudur? (iki oldu bak, bu değil işte bu değil. Festival izleyicisinin profili gittikçe değişiyor ve bu tarz sinemalar da festivali sanki sıradan vizyon filmi seansına döndürüyor. Zaten bu yıl kemikleşen fida film de yok; özledim o müziği) 

Hadi bu ilk gün raporu olsun, ikinci gün daha şenlikliydi. Zaten üçüncü gün olamadı henüz, yazının başlığına dönersem onu da söyleyeyim. İki gündür yürütmek zorunda olduğum işlerimi yoluna koyabilmek için yaktıkça yakıyorum biletleri. Festival gelmiş de bize mi gelmiş! Elinde mısırla filme girenlere selam olsun, siz gidin City's'e anacım,, bize Emek'i verin!!