3 Ocak 2012 Salı

İki Film İki Felaket Senaryosu



Dün Contagion (Salgın), bugün Perfect Sense (Yeryüzündeki Son Aşk –bu nasıl gerzek bir isimdir) derken iki gündür hastalık, virüs, yok olma öykülerine maruz kaldı bu bünye. İki filmi de filmsel ölçüler içinde çok beğenmedim ama öyküler çok etkileyiciydi benim açımdan. Güzel hikâyeler ama film olarak topluca vasat çizgide gezinen iki film... Her zaman iyi hikâyeler iyi film olur diye bir kural yok tabiî ki. Gerçi karşımızdaki filmler kötü değil ama eksikler. Hangi açılardan peki?

İlkin Contagion fazla karakterki bir film dolayısıyla öykünün kesişmedikçe bir yerlerde kesilmesi ve bir diğer karaktere geçilmesi oldukça doğal bir yaklaşım. Ancak Soderbergh bir öyküden diğerine geçerken aradaki köprüyü iyice sallandırıyor ve birini ötekine bağlayacağım derken öykü iyice tesadüfler yumağı haline geliyor. Gerçi her öyküyü birbirine bağlama gayreti içinde çırpınmıyor ama her biri değerli ve adamakıllı oyuncular tarafından canlandırılan karakterler de koşmaya başlamışken yarı yolda duran koşuculara benziyorlar. Bu açıdan film biraz fazla ve dolayısıyla eksik. Keşke dünyanın dört bir tarafına yayılayım derken daha kısıtlı bir karakter sayısıyla uğraşsaymış da biz de karakterleri daha iyi tanıyabilseymişiz. Bunun dışında Contagion müthiş bir paranoya duygusu yerleştiriyor üzerinize ki kurtulmak biraz zaman alıyor. Filmi izledikten sonra dokunduğunuz yerleri bir daha düşünmeden, insanlara biraz daha mesafeli durmadan edemiyorsunuz. Filmin belgesel gibi bir anlatım tutturması da iyi bir seçim. Öykünün sadece kurmaca olmadığı ve gerçeklik sınırının düşündüğümüzden de fazla kalın çizildiği aşikâr. (Ancak yine de kötü –Batı’Nın karşısında olmanın ve ezilmişliğin getirdiği asilikle bezenen uzakdoğulu tiplemeler klişesi çok irrite edici onu da belirtmem gerek)

Perfect Sense, müzikleriyle, yarattığı apokaliptik cehennemi bireysel düzeyde yaşatması ve buradan çoğulculuğa ulaşmasıyla ve harika öyküsüyle müthiş bir film olma potansiyelini maalesef yine yarattığı iki karakterin karikatürize davranışlarıyla yitirmiş bir film. Filmden çok etkilendim. Ama anlattığı öyküyü anlatma biçiminden değil, anlattığı öykünün gerçek olması takdirde insanların neler yaşayabileceğini kafamda durmadan kurmamla alakalı bu etkilenme. Yani filmin kendisi değil yine öyküsü etkiledi beni. İnsanların duyularını bir bir yitirmeleri ve bunu ilkin müthiş bir başkaldırı sonra kabullenme ve şartlara ayak uydurup ona göre yaşamı biçimlendirme halleri çok etkileyiciydi. Ama merkezde yer alan aşk öyküsü (aşkın kendisi değil) filmin dışında gibi geldi bana. Fazlasıyla yapay bir duruşu vardı bu aşkın kahramanlarının. Perfect Sense’İn müzik seçimi, renk paleti, geçişleri çok iyiydi ama dediğim gibi filmin tam olarak kendisi değil, ilk hali yani çıkış öyküsü etkiledi beni. Tabiî ki Ewan McGregor’u izlemek de ayrı bir keyifti diyerek kapatayım bahsi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder