24 Aralık 2010 Cuma

Bay C'yi takdimimdir



  Aylak Adam, bir kent romanı olarak önemli ilk örneklerden... “Yazarın üniversite öğrenciliğinin geçtiği yıllardan canlı izler taşır.” “Dar bir çevreye sıkıştırılmış, büyük şehir özlemi çeken, duygulu ve sanatçı bir mizaç taşıyan kişinin geçmişine eğilişi” Aylak Adam romanı, aylaklık olgusu üzerine kurulmuştur. Baş kahraman Bay C. yaptığı işi tahmin etmeye çalışan sevgilisine:
“-Edemezsin. Çünkü aylakım ben.”der.
Zaten romanın birçok yerinde Bay C. mesleğini aylaklık olarak tanımlar. Yusuf Atılgan bir röportajında aylaklık kavramına açıklık getirirken, aylaklığın özünde “olmayanı aramak yatar” der. Zaten romanda C. de “Ben ya ararım, ya da yaşarım” diyerek bunu kanıtlar. “Aylak adam boyuna gerçek sevgiyi arıyor. Bence aradığı sevgi dünyada yoktur. Hatta romandaki Ayşe tipi ile bile tatmin edilemiyor ve aradığını bulamıyor. Halbuki roman kahramanı her türlü değerini yitirdiği halde, bu gerçek sevgiyi bulacağını sanır ve bu konuda iyimserdir. Ama roman sonunda bu umudu da kayboluyor ve ‘Artık hiç kimseye bahsetmeyeceğim’der.” Bay C. roman boyunca bu arayışını okuyucuya hissettirir, sevgililerine bunu söyler; bu isteğinde çok samimidir. Sevgilisi Güler’e “Bir gün sana dünyada dayanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğretecem” der. Bu arayışının temelini Bay C.’nin toplum karşısında aldığı karşı duruşta bulabiliriz. O, toplumdaki iki yüzlülüğün, sahteliğin karşısına samimiyetle sevgiyi koyar.Gündelik hayatın eleştirisini yaparken, bu hayatın içinden sıyırıp aldığı tek şey sevgidir.
 “Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum:Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
Dünyada çok kadın vardır ama bir tek Aylak Adam’ın aradığı yoktur. Aslında o sadece arar, emek vermez, bulduğunu sandıklarında hep bir şeyler görür ve çabuk uzaklaşır.
C.’nin aylaklığının kaynağı babasının servetidir. Yine C.’nin kimi davranışlarındaki bahanesinin kaynağı da babasıdır. Baba öldükten sonra bile bir gölge gibi onu yönlendirir. Babanın bıraktığı miras onda hareket serbestliği ile doldurulması gereken büyük bir boş zaman bırakmıştır. C.’nin can sıkıntısının kaynağı bu boş vakitlerin doldurulmasını sağlayacak bir işinin de olmamasıdır. Ali İhsan Kolcu, bu yokluktan kaynaklanan boşluğu şöyle anlatıyor:
“C.’nin can sıkıntısı akla Albert Camus’nün Yunan mitolojisinden alıp kullandığı Sisypos efsanesini getirmektedir. Sisypos’un günlük azabını simgeleyen ‘kaya’sı, hayatın içinde insan oğlunun gündelik mücadelesiyle örtüşür. Buna göre her insanın zirveye çıkaracağı günlük kayası vardır. Şoförün kat’edeceği kilometre, işportacının satacağı mal, öğretmenin vereceği ders, öğrencinin öğreneceği konu, çiftçinin süreceği tarla, memurun yapacağı işlemler onun günlük kayası konumundadır. İlk bakışta bu mecburi faaliyetler bir güçlük hatta ‘azap’ gibi görünse de aslında insanı hayata bağlayan, onu meşgul eden ve bir amaca yönlendiren bir anlam ve işlev de taşır. Bu bakımdan insanın kayası onu hayata bağlar. Mücadele gücünü diri tutar.” Romanda C., hikaye yazma girişimleri, aradığı kadının peşine düşmesi gibi edimleri dışında herhangi bir meşguliyete sahip değildir.
Semih Gümüş, “Ondaki sevgisizliği; çevresine karşı o denli horgörülü oluşu; yalnızlığından hoşnut görünmesine karşın yalnızlığın bunalttığı ruhsal durumu; sonunda yenik bir kimliği imleyen çıkışsızlığı; sözgelimi aşk ya da cinsel ilişkiyse söz konusu olan, hep dayatmacılığı, kendi dünyasını karşısındakine dayatan bencilliği; kısacası, bir kimlik olarak oldukça özgün bir ruhsal durumu adım adım ören, adım adım oluşturan, Türk romanındaki en değerli roman kişilerindendir C.” diye tanımlamaktadır kahramanımızı.
Toplum düzenine karşı hep eleştirel bir kimlik sergiler C. Yabancılaşmasının bilincindedir. Birçok şeye karşıdır. Bunlardan ilk dikkati çeken “eli paketliler” diye adlandırdığı, küçük burjuva sınıfının ya da çalışan kesimdir. Buradaki paket kavramı, yiyecek, zaruri ihtiyaç maddeleri ve hediye cinsinden eşyaları temsil etmektedir. C. bu fikri Şarlo’dan aldığını ifade eder:
“İçinizde ‘İki Öksüzler Sokağı’ndan geçenler olmuştur. Ama bilemezsiniz. Çoğu iki katlı yeni ya da yeni görünen evler. Şarlo’nun ‘Easy Street’ dediği sokaklardan. Ben ‘Eli Paketliler Sokağı’ diyorum. Komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar yaşar burada.” Güler’den ayrılma sebeplerinden biri de Güler’in bu “eli paketliler”e özenmesidir. “Bu kız beni eli paketlilerden biri yapmak istiyor. Onlar için yaratılmış. Benim aradığım değil .” Buradan da anlaşılacağı üzere, C.’nin kurulu insan düzenine ve ilişkilerine karşı getirdiği karşıt tutum evlilik kurumunu da içine alır. O, evliliğe, toplumda örnekleri görülen evlilik biçimine karşıdır. Zaman içinde eşler ve çocuklar arasında kaybolan sevgi saygının, yok olan heyecanın, paylaşılamayan şeylerin verdiği acı, iletişimsizlik ve yabancılaşma, heyecanı “öteki”lerde arama arzusu gibi sebepler bu karşı duruşun temelleridir.
“Bu çatının altında yaşayanlarda ortak ne var? Yalnız birlikte yaşama zorunluluğuna inanmaları. Kimi pilavı patlıcanlı ister, kimi patlıcansız; kimi tuzlu kimi tuzsuz; kimi erken yatmak ister kimi geç; biri şarkı söylerken öteki caz müziği ister. Sabahları kalkışlar... biri gördüğü düşü anlatır. Dinleyen, düş dinlemeyi sevmez. Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar.” Bu yaşam biçimine dayanmakta bir gereklilik görmez C.
Görgü kurallarının yapmacıklığı, onun için insan davranışlarını sınırlandırması açısından karşı durduğu bir noktadır.
“-Öğle yemeğine bize gitsek. Annem...
-Olmaz. Birisi bekleyecek beni (yalan söylüyor)
Orada bilmediği insanlar vardır. ‘Rica ederim, çıkarmayınız ayakkaplarınızı’ Çıkarmazsınız ama çıkarmadınız diye kızdıklarını sanırsınız. Hele hatır sormanın yapmacığı...”
Burada da sıradan davranışlar, insanların gerekli gereksiz kendilerini sıkmaları ve bunun sonucunda oluşan yapmacıklıklar C. tarafından gözlemlenmekte ve eleştirilmektedir. Güler, romanda sorar C.’ye
“-Neden bu kadar kötümsersin?”
“-Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım:Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler, yarın gene bekleriz” diye karşılık verir C.
O zaten yaşadığı dünyaya, yüzyıla yabancıdır “Altlarında, asfaltla kusmuk, işte yirminci yüzyıl. Katı katı naylon, neonların yapma gündüzü...” ve “Bu pis dünyada yaşadığı, ona bu yaptıklarını yaptırdıkları için kızgındı” cümlelerinden bu açıkça anlaşılmaktadır. İçindeki öfke, bundan doğan uzaklaşma, giderek artan yabancılaşma olarak gösteriyor yüzünü.C. yabancılaşmasından, toplumun değer yargılarını ve çocukluğundaki ailesel olumsuzlukları sorumlu tutar ama toplumsal yapıyı değiştirmeye yönelik yapıcı bir çözüm geliştirmez. Onun tekdüze bir yaşamdan kaçtığı bir gerçektir ancak bu düzene karşı getirdiği tek şey eleştiridir. Onun Güler’le bir mahalleden geçerken Güler’in çocukluğunun geçtiği ve şimdi başkasına ait olan bir ev hakkında C.’nin söyledikleri onun bu yaklaşımının açık örneğidir:
“İçinde oturanları tanıyorum. Erkek en yakın lisede İngilizce öğretmeni. Karısı, onunla evlensin diye okulunu yarıda bıraktı. Sevişerek evlendiler. İki çocukları var: Biri kız, biri oğlan. Erkek akşamları eve elinde paketler, kese kağıtlarıyla döner. Yemek yerler. Çoğu geceler adam ya öğrencilerin yazılı ödevlerini düzeltir, ya da gazete okur. Arada, ‘bu yıl kömür kıtlığı olacakmış!’ diye mırıldanır. Kadının kucağında hep yamanacak bir şeyler bulunur. Kocasına bakar. ‘Uğrunda fakülteyi bıraktığım bu rahatına düşkün adam mıydı?’ diye düşünür. Sonra dalar. Bir gün okula giderken otobüste bir genç gözünün içine içine bakmıştı. ‘Neden kaşlarımı çattım ona’ diye hayıflanır, ‘onunla belki başka türlü olurdu’ Ya birlikte uyudukları yatak... Erkek karısının değiştiğini, okula yeni verilen tarih hocasını düşünür. Kadın otobüsteki gençledir...
-Sus, dedi Güler, yeter!”
Romanda “bıyık” ve “bacak” motifleri sık sık karşımıza çıkar. Bıyık, C.’nin babasınnın kara bıyıklı oluşundan başlayan ve çocukluk yıllarına kadar giden şiddet, kötülük, şehvet, ve nefretin temsil edildiği bir motiftir. C. romanın daha başlarında yediği dayağın muhasebesini yaparken bıyık üzerinde durulur. Muhatap olduğu kişiler bıyıklıdır. Romanın bir yerinde kaçan topunu almak için arabanın tekerleklerine çömelen çocuğa kızan şoför de bıyıklıdır.
“Arabanın ön penceresinden uzanmış surat bağırıyordu. ‘-Katil olacağız be. Yok mu bu piçin anası?’ Bıyıklıydı. Bu yüzü eskiden bir yerde görmüş gibiydi.”
C.’nin yaz aylarında Ayşe ile geçirdiği tatil günlerinde, babasının şehvet düşkünlüğü, hizmetçilerle olan ilişkileri, anne yerine konulan Zehra Teyze ile ilişkisi bir bir bilinç üstüne çıkan hadiselerdir C. için. Buradan hareketle “bacak” motifi öne çıkar. Çünkü bacak meselesi Zehra Teyze’de anlamını bulmaktadır. Bacak ona babasının baskın cinsel kimliğini hatırlatır. Annesi gibi sevdiği kadının bacaklarında babasının ellerini görmesi C.’de bu bacak sendromunu başlatmıştır. Güler’in bacaklarına dokunamaz; Ayşe ile olan ilişkisinde bunu aşar.
“-Neden hep bacaklarımı öpüp okşuyorsun?
-Babasının yüzünü görür gibi oldu.’-Zehra, şu bacakların yok mu? Bıyıklarını buruyordu. Filmdeki kadının o korkunç sesi kulaklarında yeniden çınladı:’Babanı öldürdün’ Doğruldu.
-Çünkü senin bacaklarından korkmuyorum, dedi.”
Burada ayrı bir psikolojik boyut olarak baba fenomenini öldürüp birey olabilmek isteği de öne çıkıyor. Zaten C., kendini anlatmaya önce babasından başlaması gerektiği üzerinde durur sık sık. Kendisindeki bu “bıyık” ve “bacak” düşüncesini anlatırken bu iyice su yüzüne çıkar.
“-Önce babamı anlatmam gerek, dedi. Kadın bacaklarının bende uyandırdığı korkuyu ancak o zaman anlarsın. Bende gördüğün her şey babamla başlar. Pek küçükken yanaklarımı öpmeye yaklaşan adamın kara bıyıklarından gene o korkuyla karışık iğrenmeyi duyar mıydım, yoksa bunu sonradan mı düşündüm, bilmiyorum.”
Romanda C.’nin gözlemlerinden çıkardığı bazı yaşam felsefelerinin kodlamaları da vardır. C. bunları “ku-ya-ra” ve “a-da-ko” diye adlandırmaktadır. Bu tanımlamaların açılımını C.’nin ağzından dinleyelim:
“-Bütün çağların trajedisi bu, ku-ya-ra:’Kumda yatma rahatlığı’ A-da-ko:’Ağaç dalı kompleksi.’ Şimsi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu adako’yu budarlar. Onu gövdeden ayırmak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Balta işlemez ona.”
Adako, C.’nin kendisini sembolize etmektedir. Roman boyunca babasını bir gövde olarak gördüğümüzde ondan kurtulma arzusu adako ile örtüşür. Ruhunun bağlılığa alışkın olmaması, zaten alışkanlıklardan ve bir yere bağlı olmaktan ölesiye uzak duran C. için adako tanımlaması yerinde olur.
Romandaki bir başka önemli unsur da sinemadır. Sinema C.’nin insanlar hakkında biraz da olsa umut ışığı gördüğü yer olarak karşımıza çıkar. Bireylerden ve toplumdan umudu kesmiş olmasına rağmen dediğimiz gibi ender de olsa umut ışığını sinemada, film izleyen seyircide bulur.
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.(...) Bunları kurtarmanın bir yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar...” Orhan Kemal, Aylak Adam’ı okuduğu zaman C. için şu yargılara varmış: “Bir delikanlı var, geliri kıyak... Bir çevresi var... Baylan çevresi sanki... Ve bu adam yaşıyor... Sevişiyor... Güzel...” Bu açıdan bakıldığında ortadaki gerçek, C.’nin baba parası yiyen, tüketici topluma eleştiri getirip aslında üretmeyen bir genç olması. Ancak onun samimi bir şekilde sevgiyi araması, tutamak sorununa yaklaşımları, gözlemleri hepten yalan değil. O geçmişinden getirdiği komplekslerin altında da yaşayan bir insan. Babası ona geçimini sağlayacak para yanında onulmaz yaralar da açmış bir insan. Romanda onun ruh dünyasına girebilmemiz, bunları görmemizi sağlıyor. C.’nin karşı çıktığı değerlere alternatif bir yaşam biçimi sunmaması belki onun entelektüel kimliğinin eksik kalmış tarafıdır. Ancak o, her şeyden önce, kendi geçmişinin izlerini üzerinde taşıyan bazen melankolik, bazen acımasız, şiddet yanı ortaya çıkan, bağlanmak istemediği halde bağlanacak bir tutamak arayan bir insan örneğidir. Davranışlarına tamamen yalan, hastalıklı yakıştırmasını yapamayacağımız gibi onu tamamıyla kabul de edemiyoruz. Ancak, o da yaşamış bir insan örneği olabilecek kadar gerçek bir kahraman.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder