22 Ocak 2014 Çarşamba

HAFIZASIZLASTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?

** Bu yazı Evrensel Kültür dergisinde (Aralık, 2012) yayımlanan yazımdır.

Ray Bradbury Fahrenheit 451’e giden yolun başlangıcında yazdığı öyküleri anlatırken, Parlak Anka üzerinde durur ve şunları söyler:

Sansür Şefi kitapları kütüphanenin dışarısındaki bahçede yakarken, şehir kütüphanecisiyle birlikte sokağın öbür yakasındaki kafede kahve içer ve elinde buharlar tüten bir cezveyle gelen garsonla sohbet eder:
“Merhaba Keats,” dedim.
“Puslu havaların ve olgun meyvaların mevsimi.” Dedi garson.
“Keats mi?” dedi Sansür Şefi. “Onun adı Keats değil ki!”
“Sahi,” dedim, “Bu bir Yunan restoranıydı, değil mi Platon?”
Garson fincanımı doldurdu. “İnsanların başlarına getirip yücelttikleri bir liderleri her zaman vardır... bu, işte sadece bu, zorbaların türediği kaynaktır; ilk ortaya çıktığı zaman, o bir koruyucudur.”
Sonra, restorandan çıkarken Barnes, az daha düşüreceği, yaşlı bir adama çarptı. Ben onu kolundan yakaladım.
“Profesör Einstein,” dedim.
“Mr. Shakespeare,” dedi.
Kütüphane kapanırken de uzun bir adam çıktı. “İyi akşamlar, Mr. Lincoln” dedim.
“Seksen yedi yıl...” diye yanıtladı.
Kitap yakan şehir bağnazı, bunları duyunca, bütün şehrin, kitapları hafızalarına kaydederek sakladığını anlar. Kitap her yerdedir. İnsanların kafalarında saklıdır! Adam çıldırır ve öykü biter.




Ancak bizim için öykü bitmez, belki de yeniden başlar her geçen günle birlikte. Fahrenheit 451’in yolunu açan küçük öyküler, belki kendilerince görevlerini tamamlamış ve okuyan herkesi etkileyen, filme çekildiğine izleyenleri kendine hayran bırakan Fahrenheit 451’ı bizlere ulaştırmıştır ama biz öykülerin tamamladıkları zamanları yeniden ve yeniden yaşıyoruz.

Michel Foucault, insanlığın dönüşümünün “disiplin toplumu”ndan “kontrol toplumu”na doğru geliştiğini söyler. Disiplin toplumuna işlerlik kazandıranlar, hapishane, tımarhane, okul, fabrika gibi disiplin kurumlarıdır. Bunlar sayesinde toplum, düzene uyar. Kontrol toplumundaysa işleyiş, dışarıdan bir gücün dayatması değil, vatandaşların beyinlerinin aşılanması, öznelerde içselleştirme yoluyladır. Görüntü demokratik olabilir ama özünde son derece baskıcı bir yaklaşımı imler bu. Buradan çıkaracağımız sonuç, disiplin Toplumundan kontrol toplumuna geçişte düzenleyici kurumların insanların kendisine dönüşmeye başlamasıdır. İnsan herhangi bir zorlayıcı dışsal otoriteye gerek kalmadan kendiliğinden bir tür hapishaneye dönüşür. Eylemlerini kendiliğinden bir özdenetimle kontrol altına alır. Bunu çevremizde gördüğümüz olaylarda, sayfasını çevirdiğimiz kitaplarda, perdede bakıp büyülendiğimiz filmlerde her geçen gün bir daha anlıyoruz. Belki kitaplardan, filmlerden (kısaca sanat değeri taşıyan eserlerden) bunca korkulması bu yüzdendir. Buradan da hareketle aklımıza 1984 (George Orwell), Cesur Yeni Dünya (Aldoux Huxley), Fahrenheit 451 (Ray Bradbury) ve Dava (Franz Kafka) gibi kitaplar ve bunların sinemaya uyarlanmış filmleri defalarca gelmelidir.

Neil Postman, “Televizyon: Öldüren Eğlence” kitabında “Orwell’in uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündedir.” der. Huxley’ye göre ise insanları özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için 1984’ün literatürümüze soktuğu Büyük Birader’e gerek yoktur. İnsanlar zaten süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya başlayacak, düşünmeyi unutacaklardır. Orwell ve Bradbury kitapların yasaklanacağı, yakılacağı bir gelecek tasviri yaparken Huxley kitapların artık yasaklamayacağı; çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı bir dünya tasvir eder. Orwell ve Bradbury bilgi yoksunluğunun insanın doğru düşünmesini sekteye uğratacağının ve hâkim gücün kontrolü daha rahat sağlayacağını vurgularken Huxley’nin çizdiği gelecek ve insan algısı, belki de bilgi çokluğunun cehaletle paralel büyüdüğü günümüzdeki hali dillendirir. Bilgiye bu kadar çabuk ve kolay ulaşılan zamanları yaşıyorken pasifizmin bu kadar artması, insanın olayları değerlendirirkenki “umursamazlığı” Huxley’nin duyurduğu gelecek değil midir? Aslında “İnsanın ölümü, bürokratik mekanizmaların ve tümel aklın, tikel aklı egemenliği haline alarak yok ettiği bir durumun adı ise Kafka eserleri tam da bunu tasvir eder.”

Kafka’nın Şato adlı eserini eksenine alan ve bir Kafka biyografisi çizen Kafka filminde, (Steven Soderbergh, 1991) ünlü Kale’nin acımasız sahiplenicilerinden biri şöyle der: “Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır. Bir topluluğun ortak bir amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için şaibelidir.” Bu yüzden bireyin düşünmesi, hareket olanakları kısıtlanmıştır; her dilediğini yapamaz, her şeyi ifade edemez. Zaten ifade edeceği pek bir şey de kalmamıştır elinde, beyninde. Sadece işe gider, sisteme hizmet eder, çarkın bir parçasıdır. İşte insanları pasifize etmenin en kolay ve etkili yolu budur. Aynı şeyleri okutmak, izletmek, düşündür(me)mek! Toplumsal belleğimizin silinmesi ve her şeyi çabucak unutur hale gelmek günlük yaşantımızın vazgeçilmez bir yönü haline getirilmiştir.

1946 yılında yazdığı Ne Kurban Ne de Cellat adlı denemesinde Albert Camus, “insanoğlunun bir başka insanla, insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, insanca tepkiler yaratabileceğine yönelik o sonrasız güven duygusu”nun ve insanlar arası uzun diyalogların kesildiğini söyler. Diyalogla ikna edilemeyenden korkmayı vurgular. Aslında Kafka’nın Dava’sı da bunun üzerine kuruludur. Orson Welles’in 1962 yapımı Dava uyarlamasının ilk sahnelerinde konuşan insanların hiçbirinin birbirini tamamlar nitelikte konuşmaması dikkat çekicidir. Sorular sorulur ama bu soruların yanıtları yoktur. Ve bu konuşmalar diyalog mantığının dışındadır. Korku çağının belki de en önemli koşulu: Diyalogsuzluk!

Dava’da kahraman K., hangi suçu işlediğini bilmeden yargılanma sürecine girer ve çevresinden de hareketle dava K.’ya bütünüyle doğal bir süreç gibi gözükmeye başlar.1925 yılında yayımlanan, 1962’de filme çekilen Dava’nın yarattığı distopik dünya düzen(sizliğ)i adeta günümüzü anlatır gibidir. Kafka’ya göre K., yaşam ya da dünya tarafından tutuklanmıştır. Varoluşçuluğun etkileri ve insanın intihar etme seçeneğinin / yaşama son verme hakkının/ varoluşsal bir seçenek olması alegorisi vardır bu mahkumiyette. Çünkü K.’yı dünya/yaşam tutuklu kılıyorsa o tutukluluktan vazgeçmek aynı zamanda yaşamdan vazgeçmektir. Hem böylesi bir karmaşanın içine çekilmekteir K. hem de bu karmaşanın içinde edilgendir. Adeta zalimin mazlumu esir alması ve zamanla mazlumun zalime olan aşkı gibi. Burada 1984’ün sonunu hatırlamakta fayda var. Kahraman Winston, bir gün televizyon ekranından, Okyanusya’nın, Afrika’da büyük bir zafer kazandığını duyar. Gördüğü onca işkence ve beyin yıkama işlemi başarılı olmuştur. Winston, ruhunun derinliklerinde, “Büyük Birader”i artık gerçekten sevdiğini anlar. En büyük tehlike de budur! Düşünmeyi unutan insan, kendisine empoza edilen düşünceyi de “doğru” beller.


“Pazartesi Miller yakarız; Salı Tolstoy; Çarşamba Walt Whitman; Cuma Faulkner; Cumartesi ve Pazar da Schopenhauer ve Sartre…”


Yazının başında söz konusu ettiğimiz Fahrenheit 451 romanı da gelecekteki bir zamanı anlatsa da, zaman bize uzak gibi dursa da aslında bugün hissedilen korkunun dışavurumudur söylenenler. Fahrenheit 451 özgürlüğümüzü teslim ettiğimiz ellerin bizi günlük yaşamını idame ettirmekten başka bir şey bilmeyen ve bunu yaşamak olarak yorumlayan kölelere dönüştüreceğini vurgular. Kitapların yakılması bilincimizin silinmesi, belleksizlik anlamına gelir. Kahraman İtfaiyeci Montag (filmde Oskar Werner) her gün metro ile işine gidip gelirken sürekli metroda karşılaştığı Clarisse (Julie Christie) ona sorular sorar ve aklını karıştırır. Bu sorulardan bazıları şunlardır: “İtfaiyecilerin bir zamanlar yanan evleri söndürüp kitapları yakmadığı doğru muydu? Kitapları neden yakıyorlardı?” Montag kitapların yakılma sebebi olarak “insanları mutsuz ediyorlar” karşılığını verir. Clarisse filmde çok önemli bir kırılmaya da sebebiyet verecek şu soruyu da sorar, “Hiç yaktığın kitapları okudun mu?” Montag, önce ilgisini çekmediğini söyler, sonrasında yapacak daha iyi işleri olduğunu belirtir ve sonra da “yasak” olduğunu söyleyerek cevaplar Clarisse’in sorusunu. Montag’ın film içindeki dönüşümünde uyanışını bu sorular başlatır. Yani her zaman önce soru vardır. Eşelemek, düşünmek, düşünceyi harekete geçirmek için ilk adım soru sormak. Bunu bize öğreten, gösteren en doğru adreslerden en önemlileri kitaplar ve filmler!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder