2 Mart 2013 Cumartesi

Kurgu Hayatlar



Kurgulanmış hayatlar her daim ilgi çeker. Modern insanın roman okuma tutukusu belki de bundan ileri gelir. Değil mi ki romanlar, merak ettiğimiz hayatların kapılarını aralamamızı, o kapıdan içeri adım atmamızı ve biz olmayan ama bizden olan ya da öyle olduğunu varsaydığımız duyguları içselleştirmemizi sağlarlar. Tabiî roman burada sadece bir örnek. Kurgu her daim ilgi çeker. İster bir sinema filmi, ister dizi... Kurgulanmış olan yeniden kurgular hayatı ve onun gibi olmaya başlar artık her şey.

Yine roman bahsine döneceğim ama oradan ilişki kurmak istediğimden bu yaklaşımım. Romanın ilk evreleri, bizim için Tanzimat’ın şekillendirdiği yeni dönem edebiyat. İlk zamanlarda çeviri yoluyla edebiyatımıza giren roman, toplum iyice şekillendikten ve kendi ortamını yarattıktan sonra macerasına “kendisi” olarak devam ediyor. Az mı hırpalanıyor, az mı yasaklanıyor? Kadınların roman okumalarının yasaklandığı dönemler dahi var. Şöyle bir fikir doğuyor o zamanlardan: Roman hayatın içinden olanı yeniden kurgulayıp anlatıyor ya bize, acaba roman okuyucusu artıp, tür kendine iyice yer açtıkça yeni insanı mı kurgulamaya başlıyor? Daha basitleştirebiliriz soruyu: Romanda anlatılan x, toplumun içinden çıkan bir kurgu mu yoksa roman, x’i topluma mı kazandırıyor? Bunu tüm eserlere yöneltebiliriz aslında. Hani diyorlar ya “Biz ülke gündemini anlatıyoruz, olan biteni söylüyoruz.” Acaba onlar öyle anlattığı için mi anlatılanlar normalize edilmeye başlanıyor toplumda? Bu soru biraz yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan gibi bir döngü içine sürükleyecektir elbet bizi. Dolayısıyla hangi tarafından tutarsak tutalım meseleyi, hep bir açık kalacak; sorular biri diğerini tamamlamadan yanıtlanamayacaktır.

Televizyonlarımızda resmen hayatlarımızdan çalan süreleriyle diziler başrol oynuyor. Bir süre önce türetilen ve pek de güzel bir slogan olan “yerli diziler yersiz uzun” ifadesi her gün bir kez daha hatırlatıyor kendini. Üstelik her biri belki çok değerli işler olabilecekken prime time’da tek dizi yayınlama mantığıyla uzattıkça sündürülen diziler sinir harbi bile yaşatabiliyor izleyene. Kızsak da, farkında olsak da izlemeye devam ettiğimiz diziler var elbette. İzliyor olmamız demek koşulsuzca anlatılanlara katlanıyoruz manasına da gelmemeli. Gerek uyarlama olsun, gerek yabancı dizilerden “görünür” adaptasyon veya “hissedilir” benzerlikler üzerine kurulsun, gün geçtikçe kısırlaşan bir oyunculuk ve konu sıkıntısı da yaşanmıyor değil. Yukarıda da dediğim gibi ilginç olabilecek projelerin sündürüldükçe tadını yitirmesi ayrı bir konu, biz bugün bazı yaklaşımlardan bahsedelim.

Geçtiğimiz sezonun flaş dizilerinden Öyle Bir Geçer Zaman ki ikinci yılında bir düşüş yaşamış hatta diziden Ali Kaptan ve evin kızlarından Aylin ayrılmıştı hatırlarsınız. Aynı siz, Ali Kaptan’ın birinci sezonda karısı Cemile’ye neler yaptığını da hatırlıyorsunuzdur. Öyle hızlı ve baş döndürücü bir şekilde (dizinin adına belki de en uygun değişme buydu) aklanma operasyonuna girildi ki Ali Kaptan için, neredeyse “üzülmemizi bile diliyorlar” diyesimiz geldi. Oysaki o değil miydi Cemile’ye tecavüz eden? Ama tecavüz vak’alarının bile normalize edildiği toprakların çocukları değil miydik biz! Sözü iki sezon öncesinden niye açtığımı bu sezonun Dilâ Hanım’ını izleyenler belki anlayacaklardır. Dilâ Hanım’ın bir bölümünde rastladığım ve hayretler içinde kaldığım adını “aşk” diye koydukları ve hunharca resmettikleri bir tabloyla karşılaştı benim gibi o gün izleyenler. Rıza Bey elini kolunu bağladığı Dilâ’yı “aşk” adına, “aşk” uğruna çekerek bir yerlere götürüyordu. Sonrasında nereye gittikleri, ne yaptıkları zerre önemli değil zaten o sahneden sonra. (Kaldı ki Dilâ’yı bir yere kapatması, ona iş emretmesi, geçen zaman, yaşanan sürreal olaylar yeterince mide bulandırıcıydı) Şimdi bir dizinin bunu göstermesi, böyle bir senaryo kurgulaması, bu görüntüleri vermeyi tercih etmesi –belki- normal olabilir. Ancak bunu “aşk” olarak sunmasının neresi normal olarak karşılanabilir! Her gün şiddetin –gerek fiziksel, gerek psikolojik- bin bir türlüsüne şahit olduğumuz bu topraklarda kadına duyulan aşkın tablosu bu mudur? Belki budur, belki dizi var olanı gösteriyordur. Ancak bunu kabullenmek ve bunun resmen “güzelleme”sini yapmak normal midir? Durmadan çekilen silahlar, birbirine bağıran insanlar, konuşmayı bile bilmeyen doğrudan kavgaya dalan tiplemeler. Acı satar, seks, kadın satar diye diye çıkılan bu yolculukta insanlığın yolda kaldığı noktayı çoktan gerilerde bıraktık.

Sanatın var olanı gösterme hali tabiî ki her daim bâkidir. Ancak sanatın dönüştürme gücü de unutulmamalıdır. Daha iyisini kurgulamak, daha olurunu anlatır kılmak bu kadar zor mudur? “Halk bunu istiyor” dayatmasının başrolündeki halk nerededir? Sanırım o halk, anlatılanları görüp, iç geçirip “ne güzel aşk değil mi?” denen noktada yok olmuş, yitip gitmiştir. Var olanın dışında da kurgulanan, güzellenen ve tepside sunulanın içinde kaybolmaktadır. Kurgu yaşamlara kapıdan bakıp izleyici konumundayken çarçabuk anlatılanları içselleştirmiş ve ertesi güne öyle başlamıştır. Ondan değil midir etrafta onca Polat Alemdar, Kuzey, Cemile, Ali Kaptan... vs dolaşmaktadır. Erkekliğin kitabını yazdığını iddia edenlerden sonra nice aşk, kadın, evlilik, inanç, aile vs kitabı daha yazılmış ve toplumun damarlarında dolaşmaya başlamıştır kim bilir. Bildiğimiz veya sorduğumuz şudur: Kurgulanana aşkımız bitmedikçe daha kaç değeri bize kurgulayacaklar ve bizi “o”na dönüştürecekler?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder