18 Nisan 2012 Çarşamba

"Sen" Ben"le karşılaşınca

Referanslarında Dazed & Confused ve özellikle Before Sunset olur da benim ilgimi çekmez mi, girişiyle başlamak isterdim tabiî ama filmi izledikten sonra bu ilişkiyi fark ettim. Tesadüfî bir izlemenin aslında hiç de tesadüf olmayan bir beğeniye çıkışı, kapıyı aralayışı: In Search of a Midnight Kiss...

Siyah - beyaz, hüzün ve komedinin bir arada bulunduğu lafbaz bir film. Alex Holdridge yönetmeiş; Scoot McNairy, Sara Simmonds, Brian McGuire, Kathleen Luong oynamış. Meğerse Scoot ve Brian sayın Alex'in gediklileriymiş. E tabiî haliyle önceki ve sonraki işler de merak çemberine girdi artık, bulundukça izlensin ve mest olunsun.

Seviyorum ben böyle küçük işleri. Zeki diyaloglar, kasmayan oyuncular, sırıtmayan bir sıradanlık ve hafif öeşrep bir bakış hayatımıza. Dalga geçiş, ürperiş, ağlayış, gülüş hep bir arada. Belki bazen yabancısı olduğumuz kültür(ler)ün günlük yaşam standartlarına tuhaf baksak da bir noktadan sonra bizi yakalayan samimiyet. Bu tarz filmlerin aslında en güçlü noktası bu: samimiyet.
Hiç bitmez ve de tükenmez bir dertleniştir ilişkiler. Nasıl ve hangi cepheden olduğu önemli değil, ilişki kavramı kendi içinde komplike zaten. İnsan olarak onu bir düğüm haline getirmek ve yorum üstüne yorum dizmek de en becerikli olduğumuz alanlardan biri zannımca. Dolayısıyla bu filmler bitmez, bitmesin de zaten. 
İçinden çıkamadığı (çıkmak istemediği) hafif depresyonik halleriyle sevimli Wilson ve ilk bakışta ne olduğu tam anlaşılamayan, süpriz yumurta gibi bir kadın, Vivien. İkisinin geçmişe, şimdiye ve geleceğe dair duygu ve düşüncelerinin birlikte harmanlandığı bir gün. Bu bize Before serisini hatırlatıyor pek tabiî ki, daha doğrusu başlangıç olması hasebiyle Before Sunrise'ı. 2007'den Sunrise'sal bir bakış. İki yaralı insan, bir gün ve bazen zorlayıcı olsa da fazlasıyla doğal konuşmalar. Paylaşılanlar arttıkça geleceğe doğru kurulmasını beklediğimiz bir köprü ama film açıldıkça önemli olanın bu olmadığını anlamamız. (Peki bu cümle güzel olmadı.) İnsanın en dürüst olabileceği kişi belki bir daha karşılaşmayacağı kişidir değil mi? En azından çoğu senaryo bize bunu söyledi durdu şimdiye kadar. Dolayısıyla yabancıyla yakınlık, mahremiyetin açığa çıkması ve alanının genişlemesi gerçek iletişimin yolunu açıyor iki yabancıya. Böylece gerçek "ben" karşısındaki "sen"le dilediğince konuşabiliyor. Konuşabildiği anda da gerçek ilişki kuruluyor. Ancak böylesi ilişkilere gerçeklikte yer yok. İnsan içini açtıkça mahremiyet sınırlarının kalkması ve ontolojik duvarının gittikçe zorlanması, modern insana yakıştırılamayan bir durum. Yanımıza fazla yaklaşan bir insana korkuyla karışık bir ürperti duyuşumuz ve onu yanımızdan uzaklaştırmak istememizin de temelinde bu var. Kendi duvarımızın yıkılabilme olasılığı... Halbuki perdede gördüğümüz en mükemmel uyum bu duvar yıkıldığında ortaya çıkmıyor mu? Ama bir tesellimiz var değil mi, onlar film; gerçek değil ki! Kendimizi kandıraduralım; böylesi filmler karşımıza çıktığında hatırlarız yine.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder