16 Ocak 2011 Pazar

Beş buçuk gün



İnsan çoğu zaman yaşadığının bile farkında olmadan geçiriyor saatleri, günleri. Her gün işe git, eve gel, yemekti içmekti derken vs vs vs ile geçiyor ömür. Arada sırada durup bir düşünüyor ne yapıyorum, nereye gidiyorum diye. Geçenlerde Interstate 60 diye bir film izliyordum orda güzel bir ifade vardı buna dair. İnsan varacağı menzile doğru giderken aradaki yolları hiç düşünmeden katediyor'a benzer bir cümle kullanıyordu filmin kahramanlarından biri. Doğru, bir gün bekliyoruz belki ya da bir yere gitmek, bir terfi almak vs. Onu beklerken geçen sürenin farkında omuyoruz. O anları değerlendirmiyoruz belki de. İşte tüm bu duyguları hatırlatan küçük anlar bir daha fark etmemizi sağlıyor aslında geçiridğimiz zamanı. Bazen bir kitap sayfası, bazen bir resim ya da bir film... İşte 127 Saat (127 Hours) her şeyin kıymetini bir daha düşünmemizi sağlayan filmlerden biri.

Yönetmen Danny Boyle'un yeni bir filmi gösterime giriyor ya da Boyle film çekiyor cinsinden haberler o filmi beklememe yeten sebeplerdendir. Mezarını Derin Kaz (Shallow Grave) filminden beridir boş bir işine rastlamadım ben Boyle'un. Kimileri eski kuvvetini bulmasa da filmlerinde, ben hep sevmişimdir bundan sonra da böyle devam edeceği kesin, hele 127 Saat'ten sonra.


127 Saat, eksenine Aron Ralston'un otobiyografik bir kitap olan Between a Rock and a Hard Place'ini alıyor ve genç dağcının (Aron) 2003 yılında, 28 yaşında iken başına gelenleri anlatıyor. Burada söylemeye gerek yok zaten konu hatta filmin bütün detayları (hikâye açısından) herkesin malumu. Sonuçta yaşanan bir şeyi anlatmayı seçiyorsanız hatta anlattıklarınız daha önce kitaplaştırılmışsa bundan kaçmak olanaksız. Çünkü kurgudan öte bir şey bu, yaşanmışlık var ortada. İşte böyle kısıtlı bir özgürlük alanında başarıyla cirit atıyor Boyle, ve bir buçuk saatlik film boyunca tempoyu asla düşürmeden, yer yer gülümseterek bile bizi Aron'ın yaşamından o çok zor geçen beş buçuk güne dahil ediyor. Tabii bunu James Franco'nun vücudunda hayat bulan bir canlandırmayla yapıyor. Franco sayesinde Aron'ın gün be gün yaşadıklarına, hissettiklerine tanık oluyoruz; hatta orada olmadığımıza ve ona yardım edemediğimize yanıyoruz. Her an biri gelecekmiş gibi (gelmeyeceğini bile bile) onunla birlikte umut ediyoruz.


127 Saat, Boyle'un hızlı kamera hareketleri, çılgın müzikleri ile de desteklenen bir film. Hatta bu yüzden filme video klip estetiğine sahip deyip burun kıvıranlar var. Ancak filmi izlediğinizde bu öykünün çok daha fazla insana ulaşabilmesini bu unsurların da sağladığının farkına varıyorsunuz. Bu zor bir hikâye, en azından filmleştirilmesi fazlasıyla handikap taşıyor. Çoğu anı Boyle teknikleriyle zenginleştirilmese izleyicilerin dikkatini çekememe potansiyeline sahip. İşte böyle bir durumda becerikli bir yönetmen ancak bu handikaplardan kurtulabilir. Her potansiyel hikâye filmde iyi durmaz. Bu hikâye gerçek olsa da olmasa da. Tabii ki gerçek olması insanın tüylerini daha fazla diken diken ediyor. Ancak film kriterleri açısından da bakıldığında 127 Saat'e sadece "ne hikâye ama" diye bakmıyorsunuz, ayrıca "ne film ama" diyebiliyorsunuz. Geçenlerde izlediğim Conviction'ın tam tersine. Orada da "ne hikâye ama" dedirten bir gerçek hikâye vardı ama "ne film ama" yoktu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder