3 Kasım 2012 Cumartesi

Cloud Atlas Üzerine...





Malum, bu yıl en fazla beklediğimiz filmlerden biriydi Cloud Atlas. Böyle başlayınca birden kendimden şüpheye düştüm filmi kötüleyecekmişim gibi hissettim. Çok beklenti her daim hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor biliyorsunuz. Hadi hayal kırıklığı demeyelim de, “bu muydu?” ifadesini yakıştıralım beklentilerimizi bulamadıklarımıza.

Cloud Atlas her yerde yazıldığı gibi, evet altı hikâye ve yan küçük tiplemelerin bazı bazı “ne işleri var bunların burada?” dedirten anlar sunuyor izleyiciye. Bunları defalarca yazmaya gerek yok. Hatta yönetmenlerinin önceki işleri vs vs yazıları şişiren cümlelerden de kaçınıyorum müsaadenizle. Benim bahsetmek istediğim Cloud Atlas’ın düşündürdükleri...

Evet, ilk önce çevremizin farkına varıyoruz ters bir şeyler olduğunda. Tepkilerimizin veya tepkisizliğimizin karşılığını ilk önce çevremizden alıyoruz. Sonra bu çember büyüyor büyüyor. Bakıyoruz ki dünya bir döngünün içinde aslında. Düzenin kurulması böyle bir şey olsa gerek. Tabiî her daim düzenin dışına çıkmak isteyen, soru soran, hatta anarşist yaftasıyla imlenen kişiler olur. Bazen bunlar sadece “koskoca okyanusta birer damladır” ama “okyanus da damlalardan oluşmaktadır” değil mi? Kocaman denizde her türlü damla vardır ama. Ve maalesef yerini sağlamaya almayı seven, garantici damlalar daha yoğunluktadır. Oysaki yoğunlukları sadece fazlalıkla anlamlandırılabilir. Esas yoğun, derin olan ve asırlar geçse de iz bırakan damlalar diğerleridir; fark yaratanlar yani. Bazen onların adı Somni 451’dir, bazense Adam. Kimi zaman tanrılaştırılırlar, kimi zamansa birilerinin hayatında ufak da olsa neticeleri büyüdükçe büyüyen bir fark yaratırlar.

Cloud Atlas’ın en ileri zamanında geçen değil de geleceğin Güney Koresinin distopik dünyasında geçen hikâyesi, yukarıda söylediklerimi en çok söyleten bölüm. Hatta Somni 451’in Arşivci ile yaptığı konuşma/itiraf/söylev (ne dersek diyelim) bölümlerinde Fahrenheit 451’in o iç acıtıcı ama umut veren atmosferine doğru yolculuk yapıyoruz ister istemez. Kitapların / yazarların yasak olduğu bir zaman diliminde dilediğince örnek cümle kullanan Somni 451, Guy Montag’ı hatırlatmadı mı size?

Filmin genelinde karşımıza gerek kötü gerekse iyi halleriyle çıkan Tom Hanks’in sanırım en uzun süreli rolü Zachry; ezelden ebede arada kalmışlığı ve hesaplaşmayı yaşatıyor izleyiciye. Kendi kötüsüyle ettiği sohbetler unutulmaz klasik Faust’u anımsatıyor. Faust’un Mefistofeles’le konuşmalarının hatırlatıcısı gibi olan sahneler, insanlığın ezelden ebede yaşadığı ve içine hapsolduğu ikilemleri yaşatıyor izleyiciye. Hugo Weaving tarafından canlandırılan kötünün adının Boardman Mephi olması bu atfı daha açık hale getiriyordur sanırım. İrade, güç, güçsüzlük, kötülük, iyilik gibi kavramları Zachry’nin bünyesinde eritiyor film ve sanırım en yaşayan karakter de Zachry oluyor bu yönüyle.

Biraz dağınık gidiyor yazı, biliyorum ama Cloud Atlas’ın da böyle bir yapısı var. Kitabın bölümlerinin tek tek gittiği ve her hikâyenin yüz sayfa kadar sürdüğü söyleniyor. Filmde hikâyeler birbirine eklemlen(eme)miş halleriyle karşımızdalar. Dolayısıyla kafa karışıklığı ve dağınıklık yaratmaları doğal.

Yaptığımız en ufak bir hareketin geleceği şekillendirdiğini düşündürmek insana belki de kaldırabileceğinden fazla sorumluluk yüklemek demek. Belki de o yüzden geçmişte yaptığımız hataları tekrar edip duruyoruz. Bilincimizi doğumla işlenmeye başlayan boş bir alan sanarak yaşamımız boyunca birikim yaratmaya çalışıyoruz. Oysaki kollektif bilincin bizimle doğmadığını ve bizimle de ölmeyeceğini söyleyen Cloud Atlas, zamanlar arasılığın altını koyu cümlelerle çiziyor. Evrenin her zerreciğe ihtiyacı var, yeter ki o zerrecikler bunun farkında olsun. Peki bu farkındalık nasıl sirayet edecek insanlara? Kim bilir belki etmiştir bile ve belki bu yazıyı okuyan biri inanmıştır bile söylenenlere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder