Malum, bu yıl en fazla beklediğimiz filmlerden biriydi Cloud
Atlas. Böyle başlayınca birden kendimden şüpheye düştüm filmi kötüleyecekmişim
gibi hissettim. Çok beklenti her daim hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor
biliyorsunuz. Hadi hayal kırıklığı demeyelim de, “bu muydu?” ifadesini
yakıştıralım beklentilerimizi bulamadıklarımıza.
Cloud Atlas her yerde yazıldığı gibi, evet altı hikâye ve
yan küçük tiplemelerin bazı bazı “ne işleri var bunların burada?” dedirten
anlar sunuyor izleyiciye. Bunları defalarca yazmaya gerek yok. Hatta yönetmenlerinin
önceki işleri vs vs yazıları şişiren cümlelerden de kaçınıyorum müsaadenizle. Benim
bahsetmek istediğim Cloud Atlas’ın düşündürdükleri...
Evet, ilk önce çevremizin farkına varıyoruz ters bir şeyler
olduğunda. Tepkilerimizin veya tepkisizliğimizin karşılığını ilk önce
çevremizden alıyoruz. Sonra bu çember büyüyor büyüyor. Bakıyoruz ki dünya bir
döngünün içinde aslında. Düzenin kurulması böyle bir şey olsa gerek. Tabiî her
daim düzenin dışına çıkmak isteyen, soru soran, hatta anarşist yaftasıyla
imlenen kişiler olur. Bazen bunlar sadece “koskoca okyanusta birer damladır”
ama “okyanus da damlalardan oluşmaktadır” değil mi? Kocaman denizde her türlü
damla vardır ama. Ve maalesef yerini sağlamaya almayı seven, garantici damlalar
daha yoğunluktadır. Oysaki yoğunlukları sadece fazlalıkla anlamlandırılabilir. Esas
yoğun, derin olan ve asırlar geçse de iz bırakan damlalar diğerleridir; fark
yaratanlar yani. Bazen onların adı Somni 451’dir, bazense Adam. Kimi zaman
tanrılaştırılırlar, kimi zamansa birilerinin hayatında ufak da olsa neticeleri büyüdükçe
büyüyen bir fark yaratırlar.
Cloud Atlas’ın en ileri zamanında geçen değil de geleceğin
Güney Koresinin distopik dünyasında geçen hikâyesi, yukarıda söylediklerimi en
çok söyleten bölüm. Hatta Somni 451’in Arşivci ile yaptığı
konuşma/itiraf/söylev (ne dersek diyelim) bölümlerinde Fahrenheit 451’in o iç
acıtıcı ama umut veren atmosferine doğru yolculuk yapıyoruz ister istemez. Kitapların
/ yazarların yasak olduğu bir zaman diliminde dilediğince örnek cümle kullanan
Somni 451, Guy Montag’ı hatırlatmadı mı size?
Filmin genelinde karşımıza gerek kötü gerekse iyi halleriyle
çıkan Tom Hanks’in sanırım en uzun süreli rolü Zachry; ezelden ebede arada
kalmışlığı ve hesaplaşmayı yaşatıyor izleyiciye. Kendi kötüsüyle ettiği
sohbetler unutulmaz klasik Faust’u anımsatıyor. Faust’un Mefistofeles’le konuşmalarının
hatırlatıcısı gibi olan sahneler, insanlığın ezelden ebede yaşadığı ve içine
hapsolduğu ikilemleri yaşatıyor izleyiciye. Hugo Weaving tarafından
canlandırılan kötünün adının Boardman Mephi olması bu atfı daha açık hale
getiriyordur sanırım. İrade, güç, güçsüzlük, kötülük, iyilik gibi kavramları
Zachry’nin bünyesinde eritiyor film ve sanırım en yaşayan karakter de Zachry
oluyor bu yönüyle.
Biraz dağınık gidiyor yazı, biliyorum ama Cloud Atlas’ın da böyle bir
yapısı var. Kitabın bölümlerinin tek tek gittiği ve her hikâyenin yüz sayfa
kadar sürdüğü söyleniyor. Filmde hikâyeler birbirine eklemlen(eme)miş
halleriyle karşımızdalar. Dolayısıyla kafa karışıklığı ve dağınıklık
yaratmaları doğal.
Yaptığımız en ufak bir hareketin geleceği şekillendirdiğini düşündürmek
insana belki de kaldırabileceğinden fazla sorumluluk yüklemek demek. Belki de o
yüzden geçmişte yaptığımız hataları tekrar edip duruyoruz. Bilincimizi doğumla
işlenmeye başlayan boş bir alan sanarak yaşamımız boyunca birikim yaratmaya
çalışıyoruz. Oysaki kollektif bilincin bizimle doğmadığını ve bizimle de
ölmeyeceğini söyleyen Cloud Atlas, zamanlar arasılığın altını koyu cümlelerle
çiziyor. Evrenin her zerreciğe ihtiyacı var, yeter ki o zerrecikler bunun
farkında olsun. Peki bu farkındalık nasıl sirayet edecek insanlara? Kim bilir
belki etmiştir bile ve belki bu yazıyı okuyan biri inanmıştır bile
söylenenlere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder