Evet, aslında tam da bu: Sevdim, sevilmedim; seveni
senemedim... Hatta canımdan böyle bezdim amaaannn...
Joaquin Phoenix, bir Thomas Vibterberg (ki kendisinin aşırı
hayranıyım, öyle de bir şey var) filmi 2003 menşeili It’s All About Love’da
oynayıp da benim gözüme âşık tipli adam olarak takıldıktan sonra Two Lovers’ı
izlememek olmazdı. (Yani şimdi bu cümleden benim Joaquin’i bu filmle tanıdığım sonucu
çıkmasın, hayır, ben onu bu âşık adam hallerine yakıştırmaya bu filmle
başladım.) Neyse... Two Lovers (imdb linkini de verelim de teferruat için
bknz: http://www.imdb.com/title/tt1103275/.) iki kadın bir adam hikâyesi gibi görünüyor evveliyatında. Zaten ismi
bile bunu çağrıştırıyor, sanki iki kişi bir kişiye âşık gibi. İşin rengi o
değil; şu durumda başarısız bir film adıyla karşı karşıya olduğumuzu
belirteyim. (Aslında bu da çok güzel bir konu, başarısız film isimleri... )
Leonard (J Phoenix) depresif bir ruh haliyle filmi açtığı
andan itibaren, farklı bir şekilde sempati duymaya başladığım bir karakter
oldu. Dolayısıyla onu üzecek herhangi bir gelişmeyi / değişmeyi baştan bir
reddediş haliyle koyuldum filmi izlemeye. Filmin iki ailesi (Leonard ve Sandra
hanım kızımızın ailesi) belli ki bu iki genci baş göz etmeye meyilliler...
Ancak ortada da bir terslik var o da Leonard’ın komşu kızı Michelle (Gwyneth
Paltrow, nam-ı diğer soğuk nevale, buz kraliçe, donuk bakış, itici
gülümseyiş... biri beni durdursun :p )
Yazının bundan sonrası ciddi devam edecektir
Bir filmin insanı yakalayış sebepleri çok çeşitli olabilir. Ama
kanımca en güçlü sebep, filmin izleyicisiyle bir şekilde kurduğu bağdır. O bağ
da genellikle birikimlerimizin filmi anlamlandırma sürecimizle eşzamanlı
gitmesidir. Filmler hatıralarımıza ne kadar dokunursa o kadar derinden bir bağ
yaratır kendileriyle bizim aramızda. Aslında illaki yaşamış olmak gerekmez
birebir aynı durumu / olayı. Ancak empati kurabilmek veya tanık olunan her
türlü hayat anına tekabül eden ayrıntılara filmlerde rastlamak insanı derinden
etkiler, hatta yüreğini sızlatır.
Birini sevebilme ile sizi seven birini sizi sevdiği için
sevebilme hali çoğu zaman birbirine karışır. İnsan o kadar bencil bir yaratık
ki sadece sevildiği için bile yanında tutabilir seveni. Bir de sevdiğine (ya da
sevdiğini sandığına) hastalıklı bir şekilde bağlı kalma durumu vardır ki o
beterlerin de beteridir. İnsanın kendine güveni gittikçe tabana doğru inişe
geçer, insan kendini güçsüz ve savunmaya muhtaç hisseder. Gittikçe uzaklaşan
sevgili sanki sizi kendine mıknatıs gibi çeker ve onun bu çekiminden
kurtulamazsınız. Belki de kurtulmak dahi istemezsiniz. İşte bu iki halin
dışavurumu Leonard ve Michelle. Leonard, zaten arızalı bir geçmişten yeni
paçayı sıyırabilmeye başlamışken belki ona iyi gelebilecek (bakın yine
benciliyetle karışık bir ruh hali) Sandra’yı kendinden öteye iteklerken, âşık
olmaması gereken bir adamla halihazırda bir ilişki yaşayan patetik halleri
belki biraz kendisine benzeyen Michelle’e abayı yakıyor. Aslında bu tam aşk mı
bilemiyorum çünkü o aşkın filizlenme hali veya gelişimi inandırıcı gelmedi
bana. Gerçi Leonard’ın hazırbulunmuşluk hali de olabilir bu aşkın ortaya
çıkmasında. Biri Leonard’a doğru giderken diğeri Leonard’da giden ve de götüren
iki kadın... Çekici olan sanırım insanın kendi kendine işkence etmeyi sevme
haliyle eşdeğer olmasından Michelle. Tabiî ruh hali olarak daha kırılgan ve
ilgiyle muhtaç olması ve Leonard’ı tam da bu noktada iyileştirmesi (ona bakacak
kollayacak diye kendini unutuyor Leonard ve birden sorumluluk onu büyütüyor
gibi) Michelle’i bir adım öne taşıyor. Aslında bu filmde Leonard’ın da Michelle’in de ruh halleri hiçbirimize yabancı değil. İster
onayalım ister yadsıyalım onlar çok tanıdık “insan”lar. Filmin başarısı da bu
belki. O insanları iyi yakalamak ve anlatmak.
Filmde yüreği burkan bir ayrıntı var ki onu anmadan
geçemeyeceğim.
Leonard her şeyi yoluna koyduğunu düşünürken ve biz seyirci
olarak aslında hiçbir şeyin yolunda olmadığının farkındayken Leonard’ın
yüzündeki sevinç / endişe karışık hali yakalamak, o hiç istemediği seçeneğin
aslında başından beri varolduğunu anlamasına ramak kala içindeki dindiremediği
heyecan / üzüntüyü kavrayabilmek... İşte bunu yansıtabilmek izleyiciye...
Filmin en sevdiğim yönü bu oldu.
Bir de şunu söylemek istiyorum, yeter ama artık ya. Kaçsınlar
ve birlikte mutlu olsunlar istiyorum âşıklar. Mesela The Graduate’in sonunda
Ben ve Elaine’in yüzündeki endişeyi görmek istemiyorum. Engele takılmasınlar
istiyorum. “Ne yapacağız şimdi? Peki şimdi ne olacak?” diye düşünmesinler
istiyorum. Zaten biz çok düşünüyoruz bunları ve yerimizden kıpırdamıyoruz, bari
filmlerde özgür kılın bizi. Bak sinirlendim simdi!